Tamamdır, hepsi geçmişte kaldı. Onları hatırlamakta ne fayda var? Acı verip, gözyaşı döktürmekten başka bir şey yapmaz. Başkalarını bilmiyorum ama ben bunlardan bıktım.
Anne, baba sözü eskimiyormuş. İnanıyor musun? Şu an bile anne, baba sözü kulağıma gelse kalbim acıyıp kendimi çocuk gibi hissediveriyorum. İçimden “Babacığım! Anneciğim!” diyorum. Keşke, o zaman birisi “efendim” dese…
Daha sözün başında kendisinden bahsediyor, kendisinin başından geçenleri anlatıyor diye düşünme. Söz; anlatacağım, hayatı benim hayatıma benzemeyen yine bizim bir kardeşimizle ilgili olacaktır.
İkimiz geçenlerde Moskova’da “Yunnost” otelinde buluştuk. Söylediğine göre o, okumak için gelmiş. Ben ise birçok genç ile “Uluslararası Öğrenci Merkezine” gidiyordum.
Benim hemşerim hem çok konuşan hem de güler yüzlü biriymiş.
Ayrılacağımız gün otelin yan tarafındaki açık verandada sohbet ederek oturduk. O bana ya çok güvendi ya da büyük diye saygı mı gösterdi bilmiyorum, kısacası kendisiyle ilgili birçok şeyi anlattı.
Maden ve madencilikteki birçok iş hakkında çok fazla bir şey anlatmadı. Galiba, “Kendisi madenciyse onları benden daha iyi biliyordur.” diye düşündü.
Özellikle annesiyle ilgili anlatırken onu kendi gözlerinle görmeni çok isterdim.
Anne demek, anne…
Onun anlattıklarını hiçbir zaman unutmayacağım, nasıl unuturum ki?
Hatta şu an bile o olay, kendi başımdan geçmiş gibi gözümün önünde canlanıyor.
Halktan saklayacak ne var, biz onu anlatalım. Hayat şahittir! Hepsi anlatsın. Anne ve çocuk da anlatsın.
Kışın soğuk günleriydi. Üstelik o sene kış çok soğuk ve uzun sürmüştü. O zamanlarda şu andaki gibi otobüsler yoktu. İkisi üstü açık arabayla gittiler.
Araştırma partisinin olduğu yer biraz sıcakmış. Öteki giriş yerinde bariyer inşa edilerek “pas sistemi” yerleştirilmiş. Silahlı askerler varmış. Bunları görünce Satımkul donakaldı. Bu görüntüler ona savaş meydanının bir bölümüymüş gibi geliverdi. Yutkunarak, sağ eliyle börkünü sıkıca basıp, uzaktaki kabine doğru yürüdü.
Kaliman ise biraz ev eşyası bulunan çıkının yanında kaldı.
Şoför, montunun yakasının üzerine sarılmış olan atkısını düzeltip, başını kabinden çıkararak:
– Mardca, nu! diye arabasını sürmeye başladı. Bu onun “Tamam o zaman, hoşçakalın.” demesiydi.
Araba düz yolda giderken oradaki dağa doğru yöneldi. Elindeki eşyasını kaybetmişe benzeyen yol üzerindeki kar, arabanın arkasından savrularak onun izini ararmışçasına tekrar yere düştü. Sonra Kaliman’ın ayakkabısına ve çorabına yapışarak ceketinin eteğini biraz uçuşturuverdi.
Satımkul kabinde çok uğraştı. Güvenliğe partinin yöneticisinin imzası olan kâğıdı gösterince güvenlik “Bu bir şeye yaramaz.” der gibi bir şey bile demeden, dudaklarını büzerek kâğıdı tekrar uzattı.
İşçi şubelerinin telefonu da hiç müsait olmadı. Satım-kul tereddüt etmeye başlamıştı.
Sonunda yöneticiyle konuşarak izin istedi. “Kabinden” fırlayarak çıkıp Kaliman’a yaklaştı. Aceleyle konuştu:
– Hadi gidiyoruz. Üşümüşsündür.
– Yürüyerek mi?
– Evet.
– Yükü kim kaldıracak?
– Hangi yükü diyorsun? diye Satımkul uzun uzun çizgileri olan, kırmızı dağarcığa sıkı şekilde bağlanmış eşyalara eğildi ve:
– Hadi omuzuma asıver, dedi ve bağlanan ipi tuttuğu halde diz çökerek oturuverdi.
Bariyerden sonra da çok uzakmış. Satımkul, yolun tam ortasında, sırtında ağır yükü taşımasına rağmen arada sırada sallanarak önde gidiyordu. Kaliman peşinden geliyordu, elinde valiz vardı. Belli etmese de kocasına acıyordu. Arada sırada:
– Satım, dinlensene biraz? diyordu. Satımkul cevap vermiyordu. Ağzından çıkan buhar sağ omzundan geçerek arkaya doğru uçuşuyor, kısa zamanda kaybolup gidiyordu. Börkünün sağ kulağını kapayan bağı ve yakası beyaz kırağı olmuştu.
Akşama doğru ulaştılar. Partinin ofisi tek katlı uzun yüzgecin altındaymış. İşçiler bölümünün yöneticisi avluda karşıladı onları. El sıkışarak selamlaştılar:
– Ha, Orazaliev siz mi? Merhabalar! Tanışalım. Ben Tarasov.
– Merhabalar. Evet, benim Orazaliev.
– İyi, bu eşiniz mi? diye Kaliman’a da elini uzattı:
– Merhabalar, çok yorulmuşsunuz. Hadi içeri giriniz.
Ofis çok darmış. Masa, onun beri tarafında iki üç sandalye vardı. Tarasov mum yaktı:
– Bizim durum böyle. Uğraşıyoruz işte. İkisi etrafına bakınıyorlardı:
– Hm, işte! Geçende mektubunuzu alıp, nasıl edip çağırmalı diye düşündük, dedi Satımkul.
– Yanılmıyorsam askere dağ madenleri meslek okulunda okurken gittim demiştiniz değil mi? diye sordu Tarasov.
– Evet.
– Kaçıncı sınıfta gittiniz?
– İkinci.
– Ha, asker unvanınız?
– Teğmen.
– İyi, hangi dağ madenlerini araştırmakta olduğumuzdan haberdarsınızdır herhalde? diye sordu Tarasov biraz suratını asarak.
– Tabi ki…
Biraz birbirlerini sınıyorlarmış gibi bakışıp sonra gülümsediler.
– Kardeş Orozaliev, affedersiniz. Bana göre araştırma ve kazılmış çukurlarda çalışmak sizin için zor olabilir, diye Tarasov biraz ciddiyetle konuştu.
– Evet, doğru diyorsunuz. Satımkul onun düşüncesini anlamış gibi cevap verdi.
Tarasov ince, kara kaşlarını kıpırdatarak masanın üzerine koyduğu sol elinin kıpırdayan parmaklarına biraz baktıktan sonra tekrar Satımkul’a destek vermiş gibi konuştu:
– Kardeş Orazaliev, size şimdilik sıradan bir iş verelim. Çalışadurunuz, sonra uygun olan işlere bakacağız. Ne dersiniz?
Ne diyecekti ki. Satımkul bunu kabul etti.
Tarasov “yönetici arazinin” müdürüne mektup yazdı ve Satımkul’a verdi:
– Yarın telefonla arayacağım. Şimdi kalacağınız yer var. Ancak, çok konforlu değil, diye gülümsedikten sonra konuşmasına devam etti:
– Size bir şey olmaz da… Yengemize uyar mı acaba? Hadi o zaman size göstereyim.
Yüzgeç evlerinden sadece beş altı tane varmış. Onların yanından geçince biraz uzaklıkta sırasıyla kurulmuş çadırları gördük. Dörtgen şeklinde, küçücük pencerelerinden ateşin aydınlığı görünüyordu. İnsanların konuştukları duyuluyordu.
– İşte geldik, dedi Trasov ve:
– Bizim Ceniş Sokağı dediğimiz işte bu, dedi.
Tarasov ortada yerleşen çadırın kapısını açıp:
– Merhabalar!