– Evet. “Elin ile yaptığını boynunla çekeceksin.” mi diyorlardı?
– Suçunuz olmasa da mı?
– Suçumuz var mı yok mu, o ayrı bir konu. Demek ki ortada büyük bir inatlaşma var. Hiçbir şey diyemezsin.
– Azim buyruk kâğıdını bana geri uzattı:
– Bana karşı yaptıkları tamam da, dedi üzülerek.
– Ne karar vermişseler de Svetlana’nın hakkında verilen karar yanlış oldu. Onun suçu ne? Hayır, bu böyle kalmayacak. Er ya da geç doğruluk galip gelecek Camaş, doğruluk…
Azim geç kalmadı. Dediği vakitte geldi. Bizim sınıfın en son sırasına oturduk. Pencerenin önü de aydınlıktı.
– Ee, başlayalım mı? dedi Azim şakayla. Bakalım, yanlış olanlar hangileriymiş?
Ben ona göz ucuyla bakıyordum. Evet, sanki yıpranmış gibiydi. Yıprandığından mı bilinmez; kaşları, gür saçları, beyaz tenli yüzünden daha siyah görünüyordu.
Sıradaki sınav fizik dersinden olacaktı. Önceden de Azim bayağı yardım etmişti. Özellikle zor olan fen bilimleri derslerinde bayağı yardımı oldu.
Ben kitabımın sayfalarını karıştırarak:
– İşte burası… Aa evet ya, şu Makswell’in teorisiydi bu da…
– Ben sırayla sayfaları açıyordum. Buraya kadardı. Son nükleer fizik! Ben durdum. Azim bana yaklaşarak oturdu. Ben yerimden hareket etmedim. Azim her zaman yaptığı gibi genel olarak konuların hepsine baktı. Sonra acele etmeden bana anlatmaya başladı.
Benim için onun öğretmenden hiçbir farkı yoktu. Acele etmiyordu. Kullandığı kelimeler basit, anlaşılır. Anladığımı veya anlamadığımı sanki o benim gözlerimden görüyor gibiydi. Ayrıca dudaklarımı ısırmaya başladığımda, kalkıp tahtada yazarak, çizerek en baştan anlatırdı.
Gerçek şu ki Azim’e şaşırıyorum. Müzik, edebiyat, teknik bilimler olsun, her şey hakkında bilgisi var. Geçen dağa gittiğimizde de Panama Barajı’nın nasıl yapıldığı, Verdi’nin “Aida” operasını nasıl yazdığı, onu bırakalım “Kanguru”nun neden kanguru olarak adlandırıldığı hakkında uzun uzun konuşmuştu.
Bilmem, belki sadece bana öyle görünüyor? O da herkes gibi bir insandı. Nasıl her şeyi düzgün ve parlak olsun! Onun da karakterinde benim fark edemediğim eksikleri vardı.
Her şeyini bilmek için hep onun yanında ve sürekli onunla beraber olmam lazımdı. Bir de bu aşk dediğimiz şey de sevdiğinin çirkinliklerini bir gölgelikte bırakıp sadece gülümseyen yüzünü görüyormuş gözler, ruhunu sahipleniyormuş.
Azim bana anlatıyordu. Önce zor görünen sayı ve hesapları şimdi daha iyi anlıyordum.
Ben ona hiçbir zaman teşekkür etmedim, ne işe girdiğimde ne de şu derslerimde yardım ettiğinde… Benim basit bir teşekkürüm onun her zaman bana zamanını ayırıp, sabırla elinden gelen yardımını edip, akıl vermesinin yanında çok az olurdu. “Camaş” dediğinden fazlası yoktu. Kim bilir, belki kardeşin bile bu kadar zahmet etmezdi. Karşılaştığımızda işimle ilgilenir, okulumu merak eder; o ne ki evdekiler bana nasıl davranıyorlar, kalbimi kırmıyorlar mı diye kaygılanırdı. Ben ondan hiçbir şeyi gizlemezdim. Merak ettiği her şeyden haberdar ederdim. Diyemediğim, kimsenin bilmediği, sadece kendime söyleyebildiğim, kalbimin derinliklerinde sakladığım sevgimdir. İlginç… Bazen o, benim içimdeki sezgiyi, ruhumu kurcalayan isteğimi açıklamaya cesaret etmesem bile, anlıyor gibime geliyordu. Üzülsem onun da kaşları çatılıyor; sevinsem her şeyini unutup tıpkı çocuk gibi alkışla, benimle beraber kahkahayla gülerdi.
Sanki onun yaşamında, işinde canını sıkan eksikler yok muydu? Hiç mi üzülmezdi? O kadar uzağa bakmayalım, sadece o olaya ne kadar üzmüştür? Ama belli etmiyordu. Bazen her zamanki gibi güler yüzlü, gönlü açıktı. İlk geldiği günden beri nöbet başkanı olarak çalışıyordu.
– Ben… Ne kadar hazırlansam da onun ismini söyleyemedim.
– Ben size çoktan rezil olmuştum.
Azim’in gözleri kocaman açıldı.
– Kendi işleriniz ile ilgileniyorsunuz, zorluklarına bakmadan.
Ben ona acıyarak baktım.
– Zorlanmaktansa… Boş ver Camaş, iştir. Öyle durumlar olur.
– Ben hiç anlayamıyorum. Sizi önceki görevinizden neden çıkardılar?
Azim üzüldü. Yüzünün solup moralinin bozulduğunu ilk defa gördüm. Hâlbuki bu halinde bile sabır ve metanet vardı.
– Neden mi? Şu madenin kalitesinin azaldığını söylediğim içindir. Tövbe… Haa bak… Kanay yazmış. Azim göğüs cebinden uzun katlanmış bir gazeteyi çıkardı.
Emgekçil (Emeklenenler) adlı ilçe gazetesiymiş. İkinci sayfasını açıp önüme doğru kaydırdı. “Umurunda olmayanların sonu bilmezliktir.” Bayağı kapsamlı bir makaleydi. Sonunda da “Bölümün jeologu K. Şarşegaliev” yazısı vardı. Aşağısında alt bilgi olarak yazı kurulu tarafından: “Makale birçok düzeltme ve kısaltmalardan sonra yayımlandı.” bilgisi verilmiş. “Kısalttıktan sonraki bu kadar ise Kanay bayağı zahmet etmiş” dedim içimden. Makalede çok sayıda gösteriler, tespitler belirlenerek: “Ön planın belirtilerine göre kazılan madenin kalitesinin değeri yüzde on yediye inmiştir. Bundan dolayı maden, tonluk ölçülerde değerli metalleri eksik üretiyordu. Malzemelerin tekliği geçen döneme göre, bayağı yükseldi. Pahalanmasının sebebi de o özlü olan kurallara uymamaktır. Örnek, sırf sertleştirmede kullanılacak altyapılar yirmi üç kup dağ madenini doğru getirmediğindendir, o boş harcamalara uğramıştır. Bu toplam belirtilen eksiklerin yoldaş Kurmanov’un umurunda olmaması, sadece işini bilmediğinden dolayı değil, bunu bilerek yaptığı da akla gelir.”
Kendi kendime üzüldüm: “İnsan bu kadar ileri gidebilir mi?”
“Kurmanov sadece maden üreticiliğine zarar vermekle kalmamış, madenin ve başka bölümlerin çalışanlarına da kanun üzerinden şikâyetlerini söylemiş.”
Ben ondan sonrasını okumadım bile. Boş baktım ve sustum.
Makalede: “Bu mesele bu neticeye geldiyse artık durmaması lazımdır. Yoldaş Kurmanov Sovyet mühendisi yüksek unvanına denk değil ve sorgulanması şarttır. Kısacası o üretimden ayrılmalı, en önemlisi de Sovyet partisinin açıkça cezasını almalıdır.” diye şikâyetle sonlandırılmış.
– Nasılmış, Camaş? Fena yazılmamış, değil mi?
– Öyle şeyleri uydururlarsa da öncelikle incelemeleri lazımdı.
– Bu incelendikten sonra baştan sona kadar tespit edildikten sonra yayımlanmış. İlginç değil mi? Ben de anlamıyorum, Camaş. Hiçbir şey anlayamadım. Yakın zamanda yüksek kurumdan da gelecekler varmış. Azim parmaklarıyla masanın üstünü (…) susarak kalakaldı.
– Şimdi nasılmış madenin gösteriş oranı?
– İyi, sözün kısası bu bir sır gibiydi. “Her şeyi yapan sen, senin sunumunun sonucu.” dediler. Şimdi de aynı denemelerde kazılıyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse öncekine göre daha çok üretiliyordu.
– İlginç, birileri ihanet etmiş olmasın? Kanay diye direk söylemeye çekindim. Eğer kötülüğü düşünürsek, sadece Kanay’dır. Ondan başka kim yapar?
– Ne ihaneti. Svetlana bütün numuneleri tekrar çevirdi. Her şey yerinde: