Akdeniz’in Şam sahilinde bulunan Yafa’da on beş binden fazla nüfus yaşamaktadır. Şehrin yakınında, deniz sahilinde bulunan ve bir kısmı ziraate elverişli olup daha çok kumla örtülü bir arazi, Yahudi milyonerlerin kurdukları bir şirket tarafından Türkiye’nin de müsaadesiyle yerli halktan yok pahasına satın alınmış, üzerinde her türlü ihtiyaca cevap verebilecek küçük bir kasaba inşa edilmiş ve dünyanın her tarafından getirilen Yahudi muhacirlere on, yirmi, hattâ elli sene vade ile verilmektedir. Kasabada, bu sûretle beş binden fazla Yahudi toplanmıştır. Asıl malzeme olarak taşın kullanıldığı Avrupaî tarzda binalar, ibadethane ve üniversite inşâ edilmiş, artezyenler açılmıştır. Yahudilerin tam bir birlik hâlinde yaşadıkları bu şehirde, Türk devletini temsilen ne bir polis, ne de bir müdür bulunmaktadır. Müslümanlar, ekseriyeti teşkil ettikleri hâlde Yafa’da bulunan büyük ticarethaneler, dükkânlar, sinema ve büyük okulların hepsi Yahudi ve Hristiyanlara aittir. Misyonerler tarafından hâkim bir mevkie inşa edilmiş mükemmel bir Fransız mektebi de bunlardan bir tanesidir. Türklere ait bir sultanî ve birkaç iptidaî mektep bulunmaktadır. On bin kadar olan Müslüman nüfus, okumak hususunda Semerkand’daki seksen bin Müslüman’dan daha ileri seviyededir. Fransız misyoner mektebinde, yirmi kadar Müslüman öğrenci okumaktadır. Semerkand’daki hükûmet mektebinde okuyan Semerkandlı öğrencilerin sayısı ise %5’i bile bulmamaktadır. Bundan da anlaşılmaktadır ki, Yafa’nın o “çirkin” Arapları, Semerkand’ın “âzâde” Müslümanlarına nazaran daha ileri durumdadırlar. Hâlbuki Arapların bu terakkîsi, Yahudi ve Hristiyanlara nazaran bir hiç mesâbesindedir. Şehirde, Hristiyanlar tarafından üç Arapça gazete çıkarılmaktadır. Yahudilerin bir Arapça gazeteleri, bir de İbranice dergileri yayımlanmaktadır. Müslümanların ise ne bir gazeteleri, ne de bir dergileri bulunmaktadır. Şam sahili, âdeta Fransız nüfuzuna terk edilmiş gibidir. Doğrusu Fransızlar, Paris’ten “çuval dolusu” altın getirerek Müslüman Arap çocuklarını meccânen okutmaktadırlar. O “çirkin, yarı çıplak” Arap çocuklarını giydirmekte, kitaplar hediye etmekte, yiyecek yardımı yapmakta ve her sene “dünya cenneti” sayılan Paris’e yine meccânî olarak götürüp gezdirmektedirler. Mekteplerini bitirdikten sonra, karınlarını Türk devlet kapısında doyursalar bile bu çocukların tabiî olarak “Fransızperest” olmaları icap eder. Türkistan halkına nazaran medenî seviyeleri daha yüksek olan Araplarda elbise, saç-sakal, “kadim-cedit”, tiyatro ve mûsıkînin haram-helâlliği meseleleri çoktan halledilmiş vaziyettedir. Hâlbuki bu meseleler, Türkistan’da henüz yeni başlamaktadır.
İstanbul’da bulunduğu sırada, Mergilanlı bir müderris ile Gülhane Parkı civarında gezerlerken İsmail Gaspıralı ve Hamdullah Suphi Beylere tesadüf ederler. İsmail Bey, daha önce Türkistan’a olan seyahatlerinde tanıdığı ve hattâ evinde misafir olduğu Behbûdî Efendi’yi, kaldığı Şahin Paşa oteline götürür. Fakat İsmail Bey pek zayıf düşmüştür, hastadır, nefes darlığı çekmektedir. Her üç-dört dakikada bir aksırarak balgam çıkarmaktadır. Behbûdî’ye uzun uzun Rusya’dan, Türkistan’dan, İslâm âleminden ve bütün dünyadan söz eden İsmail Bey, Müslümanların günden güne terakkî etmelerinden duyduğu memnuniyetini ifade eder. Behbûdî de Buhara, Taşkent, Semerkand, Hive, Fergana ve bütün Türkistan’ın vaziyetinden bahseder. Gece yarısına kadar yedi saat devam eden bu sohbet sırasında İsmail Bey, Behbûdî Efendi’yi seyahatten dönüşünde Bahçesaray’a davet eder. Otomobille Kırım’ı gezmek üzere sözleşirler. Ancak Birinci Dünya Savaşı başlayınca, Behbûdî Efendi dönüşünde Kırım’a uğrayamaz. Bu, onların son görüşmeleri olmuştur. Bu görüşmenin ardından Kırım’a dönen Gaspıralı İsmail Bey’in 11 Eylül 1914, Perşembe günü vefat ettiği haberi duyulur.13
Behbûdî Efendi’nin neşrettiği Ayna dergisi, kendi döneminde eğitim ve kültür yönünden önemli bir hizmeti yerine getirmiştir. Dergide, Türkistan halkının millî haklarına dair, tarih, dil, edebiyat ve eğitim meselelerine dair, dünya siyasetine dair kıymetli yazılar yayımlanmıştır. Bu yazılarda, bilhassa dilin muhafazası ve eğitim seferberliği üzerinde daha fazla durulmuştur. Behbûdî Efendi’nin kendisi de burada edebî tenkit, dil, tarih, eğitim ve milliyet meselelerine dair yazılar kaleme almıştır.
Behbûdî Efendi, gazeteci olarak döneminin en velûd muharrirlerinden biri olarak şöhret kazanmıştır. 1910’dan itibaren tevkif edildiği 1919 yılı Mart ayı sonuna kadar, kendi neşrettiği Semerkand gazetesiyle Ayna dergisi dışında Hürriyet, Turan, Sadâ-yı Türkistan, Uluğ Türkistan, Necat, Mehnetkeşler Tâvuşı, Tirik Söz, Tercüman, Şûrâ, Vakit, Taze Hayat gibi gazete ve dergilerde yüzlerce yazısı yayımlanmıştır.14 Begali Kâsımov, Behbûdî’nin kaleminden çıkmış yazıların, koleksiyonlara ulaşılamadığı için henüz tam olarak tespit edilemediğini, fakat bunların sayısının üç yüzden fazla tahmin edildiğini bildirmektedir.15
Cedit mekteplerinde yeni usûlde eğitim verilmesi, gazete ve dergilerde bu yöndeki eğitim faaliyetleri hakkında yazıların yayımlanması, Cedit mektepleri lehine kuvvetli bir rüzgârın esmesi ve en önemlisi değişen şartların tesiriyle yeni bir insan tipinin ortaya çıkarak dünyaya açık ve farklı tavırlar sergilemeye başlaması, Ceditçilerin aleyhine olmak üzere bir karşı akım doğurmuştur. Hiç şüphesiz Türkistan’daki Cedit hareketinin önderi ve en kuvvetli temsilcisi olduğu için günden güne şiddetlenen bu tepkilerin muhatabı da büyük ölçüde Mahmudhoca Behbûdî Efendi olmuştur. İşte bu tepkilerin sonucu olarak Behbûdî Efendi, yavaş yavaş Müslümanlara ihanet etmekle ve Rusperestlikle itham edilmeye başlanır. Bu karalama kampanyası giderek taraftar kazanmaya başlamış, hattâ resmî makamlara bile intikâl etmiştir. Ayna dergisinin 1914 yılına ait 12. sayısında haber verildiğine göre, bu kampanyanın bir eseri olmak üzere 3 Ocak 1914 tarihinde Mirza Uluğbek Medresesi camiinde binlerce kişinin huzurunda, “Usûl-i Ceditçiler, Rusça okutmayı teşvik ettikleri için kâfir ilân edilmiş, ayrıca her