–Gel buraya yavrum, gelsene! diye Rayımcan kibarca konuştu. Baban en iyi arkadaşımdı, sen kime çekmişsin? Çağırsam da gelmiyorsun. Hayvan gibi kaçıyorsun. Korkma ben çıldırmış değilim! Bak gelmezsen üzülürüm.
Deminden beri bu adamın konuşmasında merhametten başka bir şey yoktu. Hem de babasını tanıyormuş.
–Gerçekten babamın arkadaşı olmuş mudur… Yoksa yakalar döverdi. Kökö’nün yüzünde biraz yumuşama belirdi.
–Mmm… Ya kandırıyorsa… Yoo o zaman ben, onun kafasını taşla kırar, kaçarım!
Rayımcan yavaşça yaklaşarak gülümsedi.
–Gel kaçak, diye alnından okşadı. Kökö, kafese konulan aslan gibi zıpladı. Rayımcan, onu okşayarak sakinleştirdi.
–Aslanım benim! Aslan gibi zıplayan yetimi baba merhameti ile kendine çekti. Gel benimle eve!
Kökö başını yere eğerek:
–Şeki Annem azarlar, dedi.
–Gel, gel yavrum. Bir şey yapamaz, onunla kendim konuşurum!
Tertemiz oda. Duvara Türkmen nakışları işlenen kilimler asılmıştı. Penceredeki vazoda bir adet gül duruyordu. Sara-gül Teyze evin bir köşesinde oturuyordu. Ortada bembeyaz örtülü yemek masası vardı. Öğle yemeği zamanıydı. Evdeki herkes buradaydı.
–Buyur misafirim çekinme! diye Rayımcan, Kökö’ye güler yüzle baktı.
Geldiğinden beri Kökö, çekinerek hiç bir şey konuşmadı. Mavi renkli çiçek resmi olan büyük bir tabakta pilav getirildi. Bir iki kaşık yedikten sonar Kökö, karnı tok gibi çok yemedi. Ama pilavın tadı çocuğun midesini canlandırdı. İştahı açıldı. Eğilerek kimseye bakmadan aceleyle yemeye başladı. Oturan herkes şaşkın şaşkın bakıyordu. Onları bile fark etmedi.
Rasul, bir şey diyecekti; ama babası işaret parmağıyla dudaklarını kapatarak onu susturdu, konuşturmadı. Saragül Teyze kendi kendine:
–Zavallı acıkmış diye dudaklarını kıpırdattı.
Kökö, yemeği çok hızlı bitirdi. Dudaklarını yalayarak herkese baktı. Ne yapsın zavallı! Bedava pilav ısmarlayan bu aileye nasıl teşekkür edeceğini bilmiyordu.
–Çay ister misin? Buyur sıcak sıcak iç! İyi gelir, diyerek Rayımcan kendi uzattı.
Tavşan kanı gibi kıpkırmızı, mis kokulu, şekerli çay… Çaydan sonra Kökö, terlemeye başladı. Sanki bütün bedeni eriyordu.
–Rasul, havluyu getir, Kökö’ye ver, dedi Rayıncan oğluna.
Babasının sözünü yere düşürmeyen Rasul, hemen kalkıp kendisi yıkandığı zaman kullandığı temiz havluyu getirip Kökö’ye verdi.
Su gibi akan terden çaresiz kalan Kökö, bir taraftan burnunu da sürekli çekiyordu. Gökte ararken yerde bulmuş gibi Kökö, havluyu hemen aldı. Yumuşacık bir havluydu. Zavallının hayatı boyunca böyle bir şey yüzüne dokunmamaştı. Sadece Kökö’nün değil, Şeki Anne’sinin de yüzüne böyle bir havlu dokunmamıştı.
Rasul gülerek:
–Vay bee! Kökö, kazanın karası gibiymişsin. Bak simsiyah oldu havlu, dedi.
Rayımcan oğluna sertçe baktı:
–Vayy seni hayvan ne olmuş! Kökö, birazdan yıkanırsa senden de beyaz olur, diyerek oğlunu şakayla karışık uyardı. Kökö’nün omzuna elini koydu.
Burada Rayımcan Kökö’yü avutmasaydı, havluyu Rasul’un yüzüne atarak koşarak gideceği belliydi. Kökö, kibar konuşmasına sevinerek öyle yapmadı. Rayımcan’ın dedikleri doğruydu. Yıkanırsa bembeyaz, tertemiz olurdu…
Kökö, evdeki eşyalara yavaşça baktı. Sonra morali yükseldi ve konuşmaya başladı: “Şey o zaman annem vardı, pilav, mantı, güçbara (yemek türü) yapıyordu, çok çok lezzetliydi. Hmm babam mı, babam nasıl bir insandı acaba hiç bilmiyorum… Babam kesin çok yakışıklı, güçlüdür. Keşke şimdi babam olsaydı… Çoro gibilerin onunu da döverdi. Babam olsaydı, Çoro bana hiçbir şey yapamazdı. Şimdi babam yok diye bana takılıyor. Yetim diyor, eziyet ediyor.
Tam o anda gözüne karşıdaki büyük ayna ilişti. Kökö, bunu fark etmemişti bile. Her şey gözüküyormuş. Hiç fark etmemişti. İşte en önde annesiyle ninesinin ortasında kendinden emin bir şekilde şık giyinen Rasul oturuyor. Ya Kökö? Giysisi her yeri yamalı, elbisesinin tutacak yeri kalmamış, yırtılmış. Sanki sokak köpeği…
Merhametli ev sahiplerinin ısrarlarına rağmen bir daha Kökö, yemek yemedi. Ne lezzetli pilav ne de sıcak çay çekmedi canı. Zavallının kalbini acımasız bir el sıkıyordu sanki. Gözleri doldu. Ne yapsın zavallı kirli elleriyle gözyaşlarını sildi.
–Ağlama yavrum! Neden ağlıyorsun? Sen koskoca adamsın artık, yakışır mı sana! diye Rayımcan, çocuğun göz yaşlarını peçeteyle sildi ve çenesinden tutarak başını kendisine çekti.
Saragül Teyze de kendi kendine fısıldıyordu.
–Kalbinde derdi olanın gözü yaşlı olur derler. Zavallının anne babası hayatta olsaydı derdi bilir miydi küçük çocuk! Şeki adlı teyzesi akılsızın teki. Bu öz kardeşinin zavallı evladını kendi çocuğu gibi merhametle büyütse olmaz mıydı?
Zavallı yetimin bütün dertleri deniz dalgaları gibi içine sığmıyor, çıkmak istiyor, gözyaşlarına dönüşüyordu. Zaten kendini zor tutuyordu. Kadının acıyarak konuşması onun kendini tutamamasına neden oldu. Ağzını eliyle kapatarak ağladı. Biraz sonra derin nefes aldı ve kendini toparlamaya çalıştı.
Sonra derin bir hüzün dolu sessizlik odayı kapladı. Çocuğun derin derin soluk almasından başka bir ses çıkmıyordu.
Burada hırsızlık hakkında konuşulmaz, yetim çok alıngan birisi galiba… Hemen konuşulursa zoruna gider. Hem de bir defa anlatmakla çocuk akıllanmaz ki… Hatta bir daha konuşmaz kaçar. Bunları çok iyi anladı Rayımcan. O, nasılsa öğretmendi.
–Evet, çocuğa yavaşça anlatmak lazım. En önemlisi çocuğa iyi bakılırsa hırsızlığı bırakır…
Sofrayı kaldırdılar.
–Rasul! diye seslendi Rayımcan. Kökö’nün saçlarını ıslatmaya yardım et! Bayağı uzamış keselim tamam mı Kökö?
Rayımcan geçmişi hatırladı. Kökö’nün babası Yusuf-la beraber savaşa gittiklerini, gözünün önünde öldüğünden bahsetti. Yaşlı Saragül Teyzenin gözleri doldu:
–Ya Rabbim, nice yiğitler vefat etti o kanlı savaşlarda. Sen onların kabrini nurla doldur!
Şirin de içinden bir daha kocasına o kara günleri yaşatmasın diye Allah’a yalvarıyordu…
–Ne dersiniz, bizim çok çocuğumuz da yok. Babasından kalan yalnız zavallı yetimi biz evlat edinsek nasıl olur! Rasul ile kardeş gibi büyür. Artık kimseye saldırmazdı.
–Çocuğun kendisi ne der acaba! dedi Saragül Teyze.
Rayımcan:
–Rasul… Rasul… diye dışarıya seslendi. Rasul, hemen koşarak geldi.
–Efendim baba.
–Oğlum Kökö nerede?
–Gitti.
–Ne…