Rayımcan, bu kadının tek oğluydu. Öğle yemeğine gelmeyip onu meraktan öldüren torunu Rasul ise Rayıncan’ın en büyük oğluydu.
–Anne, derse hazırlanacağım, oyalama lütfen! Gelir birazdan… Ben son dersten çıktığımda çocuklarla geliyordu.
–Geliyorsa nerede peki? Kadın meraktan yerinde duramıyordu. Dışarıya çıktı. Evden biraz uzaktaki arığa kadar gitti. Köyün etrafına baktı. Yok, hala yok! Gelirsen gösteririm sana!
Güneş, bebek gibi gülümseyerek, ateşi sönmüş alev gibi dağın arkasındaki yuvasına doğru iniyordu.
Saragul Teyze, köydeki seslere kulak kabarttı. Kimi keçi güdüyor, kimi de ineklerini otlatıyordu. Nerelerden geldiği bilinmeyen bir köpek eniği havluyordu. Köyün bir tarafında anne babasından uzaklaşmadan kendi bahçelerinde çocuklar kovalaşıyordu. Kadın ne kadar dikkatini vererek dinlese de Rasul’dan haber verecek bir ses duyamadı.
–Taştan, sen benim Rasul’umu görmedin mi? Dersten sonra eve gelmedi, hâlâ yok.
–Görmedim teyze, çocuk işte, bir yerlerde oynuyordur.
–Gelseydi… Acıkmıştır çocuk! diye fısıldayan kadın, Rayımcan’ın yanına geldi.
–Oğlum kağıdını sonra yazarsın. Rasul’u arasana, güneş battı.
Rayıncan ağzını bile açmadı. Kalemi kağıdın üstüne bıraktı. Kalpağını giydi; gitmek üzereyken dışarıdaki odada yemek pişirmekte olan Şirin’in sesi geldi.
–Neredeydin sen!
Saragul Teyze gelininin kiminle konuştuğunu fark etti ve sinirlenerek suratını astı.
–Neredeydin sen? Acıkmışsındır. Allah belanı vermesin senin!
–Buralarda… Oynadım…
–Yemek yiyip sonra oynasan olmaz mı?
Biraz sonra üstünde bembeyaz örtülü yemek masasının etrafında tüm aile akşam yemeğine oturdu.
–Anlat oğlum neredeydin, ninen çok merak etti. Az kaldı bizi evden kovacaktı.
–Oynuyordum.
–Bu saate kadar oynanır mı hiç! Eve gelip yemeğini yiyip, nereye gittiğini söyleyip gidemez misin?
Rasul, açıkça konuşmadı. Yoğurda ekmek batırıp yiyordu. Babası ikinci defa sorduğunda o, biraz düşündükten sonra:
–Kimseye söyleme demişti. Yetim Kökö öyle dedi. Bugün onunla oynadım dedi.
Rayım güldü.
–Beraber oynadığımızı kimseye söyleme! dedi. Öyle mi?
–Hayır.
–Ee nasıl o zaman?
Bu sorular ne tesadüfen sorulmuş ne de Rasul’dan şüphelendiğinden dolayıydı. Öğretmen baba her zaman oğluna nereye gittiğini, neler gördüğünü sorar, sonra o gördüklerine karşı bakış açısını ve düşüncelerini öğrenir, yanlış düşüncede ise onunla hemen konuşarak düşüncesini ve bakış açısını değiştirirdi. Babasından hiçbir şeyi gizlemeyen, yalan söylemeyen Rasul, şimdi de dayanamadı. Kökö ile yaşadığı bütün olayları ayrıtılarıyla anlattı. Sonunda:
–Annesi çok kötü biri, ona beddua etti. Sonra Kökö ağlayarak… Rasul devamını getiremedi. Kökö’ye acıyan çocuk, babasına baktı.
–Baba sen kimseye söyleme tamam mı? Ben söylemem diye söz vermiştim.
–Aptal mısın oğlum sen! Gizlediğin şey bu muydu?
Ninesi çocuğun saçlarından okşayarak
–Sıpam benim sıpam…
Oğlunun ricasına Rayımcan hemen cevap veremedi.
–Hmm öyle miymiş? O simsiyah kaşlarını çatarak biraz düşündükten sonra şöyle dedi:
–Demek öyleymiş, konuşmak lazım! Çocuk bunu alışkanlık haline getirirse iyi olmaz. Yoo, bırakması gerek çocuğun bunu!
–Oğlum, tamam kimseye söylemem; ama sen yarın gelirken Kökö’yü eve getir tamam mı?
–Tamam baba.
Rayımcan Öğretmen, beş altı senedir köyde çalışıyordu. Orta yaşlı dolgun birisiydi. Onun yüzünü sert gösteren şey yüzündeki kesik izdi. Ama korkutucu bir şey değildi. O yirminci asrı titreten kanlı savaşın izi…
–Uyuyor galiba…
Kökö, etrafına bakınarak kapıya yaklaştı. Kapı da üstelik ses de çıkardı.
–Bu ne böyle horoz gibi ötüyor. Yere batasıca lanet! Siniri bozuldu.
–Göreceğiz şimdi bir daha bana takılırsan taşla kafanı kırarım! Kendi kendine konuşarak kapıyı açtı, içeri girdi.
Odanın içi ılık ve karanlıktı. Horr horrr… diye sessizliği bozarak birisi horluyordu. Bunun kim olduğunu Kökö iyi biliyordu.
Kökö; beddualardan, kavgalardan, küfürlerden bayağı bıkmıştı. Eve girmeye yüreği dayanmıyordu. Ama onun uyuyor olması Kökö’yü canlandırdı. Hemen aklına karnını doyurmak geldi. Hiç düşünmeden kendine tanıdık olan raflardan bir şeyler atıştırmak istedi.
Kökö, kör gibi iki kolunu öne uzatarak ayaklarıyla yolu ölçüyormuş gibi yavaşça gidiyordu. Aniden ayağını bir şeye çarptı. Şaldır şuldur ses çıktı. Ayağına takılanın boş kova olduğunu fark etti. Yere düştü. Gürültüden dolayı horultu sesi kesildi.
–Kedi girmiş pis git! Lanetli git! diye ses geldi içeriden.
Kökö, olduğu yerde donakaldı. Sesin kesilsin, Şeki Anne uyanmadan yat zıbar! Büyürüm, büyüyünce bakalım, bana takılabilecek misin?
Şeker, yerinden kalkmadı. Horr horr… diye horuldamaya devam etti.
Şimdi Kökö, biraz rahatladı. Kökö, başka bir şeye çarpmayayım diye iki elini yerde gezdirerek ilerledi.
Kökö’nün eline bir kova değdi. Kökö’ye bu tanıdık geldi. Bunun içinde her zaman hazır olan bozo olurdu. Üstü tabakla kapatılmış tabağı yavaşça yere koydu. Bozonun ekşi kokusu acıkan çocuğun hoşuna gitti.
–Oh yaşasın! Kökö, kovayı iki eliyle kaldırarak içmeye başladı. Karnı ağırlaşıp doyduğunu fark ettiğinde kovayı yere bıraktı. Ne bu böyle, ekşi, diye kovaya baktı. İçtiği bozo değil de bozo hazırlamak için yapılan malzeme imiş; ama buna üzülmedi. O, nasılsa karnını doyurduğuna sevindi. Yerinden kalkıp duvara yaslanarak biraz oturdu. Susamışım, lanetli yaşlı horoz! Galiba eti sertmiş diye kendi kendine konuştu.
Kökö, dün akşam kamışla dolu tarlaya gelince beyaz horozu kesti. Çalı çırpı yakarak ateşe tuttu. Derisi yanmış bile olsa eti pişmemişti. Bundan dolayı Kökö, eti çiğnese de yiyemedi.
Yerin dibine girsin! Kökö, ağzını açarak esnedi, uykuya daldı. Aç haliyle hemen bozo malzemesini yediğinden midir nedir! Yorgunluk bastırdı. Mışıl mışıl uyudu.
–Rahatça uyumasına bak! Bu ses Kökö’nün şirin uykusunu böldü. O, iki avucuyla yüzünü tutarak yatıyordu. Uykulu hâlde gözünü aralayıp kapadı ve koltuk altını kaşıdı.
–Yazıklar olsun sana! Neredeydin akşam serseri?
Gelmiş,