Annem çok ağladı.
– Öz evladın sonuçta, affet, dedi.
Babam ise:
– Damada sözüm yok, bolluk zamanı olsaydı düğün de yapardım. Ama Gayniye benim zor zamanımı hiçe saydı, diye onları evden kovdu.
Annem, her fırsatta, bu olayla ilgili söz açılınca gözyaşlarını silerek:
– Kocacığım, eğer kızmazsan çocukları misafir edelim diyorum, diyerek yalvarmaya başlardı. Ama babam sözünden dönmezdi:
– Ben ölünce çağırırsın, deyip kestirip atardı.
İhtiyarların “zor yıllar” dedikleri işte bunlardı. Onların duası kabul oldu. Başkurt’un kısrağı evimize uğurlu geldi ve bereket getirdi. Atsızlıktan aciz kalan babam, bu zamana kadar boynu kemer görmeyen semiz kısrağa iki gün içinde hamut giymeyi öğretti ve bütün gücüyle çalışmaya başladı. O kadar bereket oldu ki, babam sonbaharda topladığı ekinleri sattığı paraya bir at daha aldı. Evi avluyu da epey düzene koydu.
Hediye gelen, siyah üzerine parça parça beyaz tüyleri çıkan kısrağın sayesinde işte böyle ayağa kalktık. Ancak… Ancak bu sonbaharda benim içime büyük bir dert çöktü. Yollar kötüyken babam kısrağı koşup ormana götürdü. Eve dönüş yolunda nehirden geçerken ayağı kayan kısrak, karnındaki tayı düşürdü. Babam, düşen kulunun ancak üç dört aylık olmasına rağmen tüylerinin bile çıktığını söyledi. Boyu ise kediden büyükmüş.
Bunu duyunca ben gece gündüz ağladım. Nasıl ağlamayım, bu kısrak iki koşucu Almaçuar veren ünlü kısraktı! Hâmile olduğunu öğrenince, ben hemen onun doğacak kulununu koşucu Almaçuar olur, diye aklıma koymuştum. Arkadaşlarıma da hava atmaya başlamıştım. Lânet olası kaygan yol beni büyük mutluluktan mahrum etti!
Annem, ağladığım için bana hep kızardı:
– Bir çocuk bu kadar mı deli olur? Doğmamış bir tay için bu kadar mı ağlanır, dedi.
Babamsa kızmazdı. O, zaten iki büyük çocuğunun üzüntüsünden sonra bana gönlünü daha sıkı bağlamış olmalı ki beni çok seviyor, sözümü de dinliyordu. Her zaman başımı okşayıp:
– Ağlama, yavrum. Artık iki atımız oldu. Başkurt’a götürüp Almaçuar at ile çiftleştirir, gelecek yaz da hiç yormayız onu. Sana da Almaçuar tay olur, diyordu.
Ben sadece yazı kışı değil, haftaların, günlerin geçmesini bile parmakla sayıyorum… İşte kış geçiyor, ama yine de tayın doğmasına daha çok var…
V
Beklenen gün yaklaştı.
Burlı26 beyaz tüyleri olan kısrak artık hâmileydi. Biz artık onu koşup yormuyorduk. Koşsak da yakın yere giderken sadece hafif işe koşuyorduk.
Annem de buna sinirle söyleniyordu:
– İki tane atın varken ne diye fakir gibi tek atı koşuyorsun, diyordu.
Babam da onu tek bir sözle susturuyordu:
– Ya bırak söylenmeyi, niye boşu boşuna çocuğu ağlatıyorsun?
“Çocuk” dedikleri ben oluyorum.
Gerçekten de ağır yük yüklemeye ya da uzun yola hazırlamaya başladıklarında ben hemen babama sokulup dert yanıyordum, o da benim gözümden akan yaşları görünce bıyık altından gülümseyip başımı sıvazlıyordu:
– Zakir, boşuna ağlama… Tamam, kısrağa yük yüklemeyiz, diyordu.
Sevinçten dünyalar benim oluyor! Gün içinde ayağımın nereye bastığının farkına varmıyor, ne buyursalar hemen yapıyordum.
Bazılarının kısrağı, kar erimeye başlayınca hemen kulunladı. İlkbaharda çift sürmeye çıkarken artık köyde her evde bir kulun vardı.
İşte o kulunlar artık oynamaya başladılar. Annelerinden azıcık arkada kalsalar hemen genç, çınlayan sesleriyle kişniyorlardı ve onların sesleri, etraftaki bütün dağlarda, ormanda yankılanıyordu.
Ah, ne zaman benim kulunum da böyle olacaktı? Aslında çok bekletmeyecek gibiydi. Kısrağımızın karnı büyüdükçe büyüyordu. Safa dedeye göre tayım, çok yakında dünyaya gelecekti. Göz kulak olmam gerektiğini söylüyordu.
Benim arkadaşlarım hep:
– Müjdeye ne vereceksin Zakir, diye şakalaşıyorlardı.
– Sessiz olun, vereceğim şey çoktan hazır bile. Yeter ki doğsun tayım!
Son günlerde babamla epey aram bozulmuştu.
Kurtlar kulunun etini çok seviyor olmalı. Fahri’lerin güzel bir kulunları vardı. Geceleyin onu kurtlar yaralamış. Dün bu olayı duyar duymaz babama bile haber vermeden, dizgini aldım ve kısrağın yanına koştum. Artık onu tek başına bırakmak olmazdı. Kim bilir, belki kurt gece gelip yeni doğmuş kulunu yerdi!
Kısrak fazla uzakta değilmiş. Hemen buldum. Onu yakalamak için biraz ekmek kurusu da götürmüştüm. Eskiden azıcık elimi uzatsam hemen yaklaşırdı… Şu aralar çok değişik bir hâli var. Boş yere kızıyor, yaklaşırsan üstüne yürüyordu.
Gene de yaklaştım. Ekmeği gösterip çağırdım. Nerede o eskisi gibi kolayca yakalatmak! Değişik bir ses çıkararak sebepsiz yere huysuzlanıp kızıp duruyordu. Ben onu yakalayamayınca ağlayarak eve döndüm ve babama yalvarmaya başladım:
– Yavrulama zamanı geldi, artık onu evden ayırmayalım… Ben ona kendim bakarım, dedim.
Babam razı olmadı:
– Yedirecek yem yok. Bir şey olmaz, orada çayırda nehir kenarında kalsın, dedi.
Ben ağlamaya başladım. Kurdun yaptıklarını anlattım. Babam ise inat etmeye devam etti:
– Aptal olma, köyün yakınındaki çayıra kurt gelmez. Evde kısrağa yedirecek adam akıllı yem yok, burada kalırsa yavrusu gelişmez. Gene de çok korkuyorsan arkadaşların ile birlikte gündüz nöbet tut, geceleri de eve getirirsin, dedi
“Kısrağı iyice beslemezsen yavrusu sağlıklı doğmaz” sözü, beni düşüncemden vazgeçirdi. Babamın teklifine razı oldum.
Kümese girip yumurta çaldım. Bir yere sakladığım kibritleri de alıp, arkadaşlarımı bunlarla kandırarak nöbet tutmak için kısrağımın yanına gitmeye hazırlandım.
Hava güzeldi. Bahar güneşi gözlerimi okşuyordu, galiba sevinçli olduğumu anlayıp biraz gülümsedi.
Bende yumurtayla kibrit olduğunu öğrenen arkadaşlarım, zıplaya zıplaya benimle birlikte nöbete gelmek istediler.
VI
Ben bir taşla iki kuş vurmaya çalışıyordum: Hem kısrağı göz önünden ayırmamak, hem de balık yakalamak. Balık derken, arkadaşlarım beni Kunduzlu gölüne çağırıyorlardı:
– Orada iyi balık yakalanıyor, kocaman turna ve perki balıkları var…
Fahri’nin oğlu gözlerini parlatarak hikâyesine başladı:
– Evvelki gün sabah mallar sürüye çıkınca gitmiştik, akşama kadar balık tuttuk. Otuzunu Galevi, yirmi dördünü de ben yakaladım… Arada bilek kadar