“Evde acele bir iş varsa mektup geç bile kalmış demektir.”
Aydın başını önüne eğdi:
“Bir daha af dilerim. İstemeden küstahlık ettim.”
Mümün hırdı zırdının önünü kesmek için hemen araya girdi:
“Aydın, sen de bugün olmazsa yarın eve mektup yazsan iyi olur. Evdekiler nerede bulunduğunu, işe başlayıp başlamadığını öğrensinler ve sakinleşsinler. Başa gelmesin, acele bir sorun yüzünden seni aramaları gerekirse hangi adrese baş vuracaklarını bilsinler. Haklı değil miyim?”
“Haklısın… Daha şimdi yazacağım. Bizimkiler Hasan’dan mektup geldiğini öğrenince ben neden yazmadım acaba diye telaşa düşmesinler.”
Yarım saat sonra hep birlikte postane yolunu tuttular.
“Buraya kadar gelmişken bir lokantaya girsek iyi olur. Size birer içki söylemek geliyor aklıma.” Diye konuştu Aydın.
“Lokantaya başka defa gideriz. Bu akşam şurada bira içmekle yetinelim.” Dedi Mümün.
“Dedim ya, size birer içki söylemek geliyor içimden!”
Mümün durdu ve sakin sesle izah etti.
“Buradaki lokantalarda fiyatlar çok yüksek. Ben buraya geleli artık bir buçuk yıl oluyor, lokantaya yalnız bir defa girdim.”
“Biz okadar mı fakiriz canım?”
Mümün birkaç adım ilerlemişti. Yine durdu, yine izah etmeye çalıştı:
“Senin kadar maaş alan bir Alman işçisi lokantaya yılda bir, en çok iki defa giriyor, o da mühim bir hadise varsa. Örneğin bayram, doğum günü, herhangi bir jübile… Lokantaya uğrayanlar çoğunlukla iş adamları. Daha fazla herhangi bir sorun üzerine konuşmak için oturuyorlar. Hem bu elbiselerle lokantaya girdiğimizde oradakiler bize hayretle bakacaklar! Yürüyün ardımdan!”
Yürüdüler. Yüz adım sonra dar bir sokağa kırdılar. Daha on adım gittiler gitmediler, Mümün bir kapıyı açtı:
“Girin!”
Girdiler. Bayağı genişçe bir salon, uzun uzun masalar…
“Oturun!” Dedi Mümün, onlara bir masa gösterdi ve uzaklaştı. Büfeye gitti ve üç kadeh bira ve kızartılmış patates ile dolu üç tabakla döndü.
“Şerefimize!” dedi ve kadehini kaldırdı.
“Şerefimize!” diye tekrarladılar diğerleri. Aydın sabredemedi:
“İyi bir lokanta işte. İçerdekilerin elbiseleri de bizimkilerden pek farklı değil. Neden olmayacak şeyler konuştun bize az önce, anlamıyorum.”
“Anlamıyacak ne var? Burası lokanta değil, birhane!”
“Farkı ne?”
“Fark fiyatlarda ve hizmette. Müşterilerin çoğu ayakta içiyor içkisini.”
“Neden?”
“Neden olacak, sandalyelere oturup garson bekleyen müşterilerin içkileri ayakta olanlara kıyasen üç defa daha pahalı.”
“Nasıl olur?”diye sordu Hasan.
“Neden olmasın?”
“Büfede çalışanın kaç birayı alçak fiyattan, kaçını yüksek fiyattan verdiğini nasıl hesap tutabilirsin?”
“Buna ne gerek var ki?”
“Hepsini alçak fiyattan harcadım diyerek farkı cebine indiremaz mi?”
“Ya büfede duran kişi birhanenin sahibiyse?”
“…Haklısın. Biz hep bizim memleketteki gibi büfelerin devlet malı olduğu düşüncesiyle yaşıyoruz… Burada daha çok farklı şeyler göreceğiz.”
-6-
Hasan ve Aydın haftanın sona ermesine en çok sevindiler. Her ikisi de çalıştıkları bu dört gün içinde hiç bir defa terlemediler. Buna rağmen yine de kendilerini bayağı yorgun hissediyorlardı. Cila makinesiyle günde sekiz saat çalışmak hiç de kolay değilmiş meğer! Kendilerini okadar çok saldılar ki, Cumartesi öğleye kadar yataklarda tekerlenip durdular.
“Haydi kalkın!” diye haykırdı en nihayet Mümün, “Öğle oldu artık! Akşama nasıl uyuyacaksınız!”
İlkin Hasan açtı gözlerini. Hep daha uykusu var gibiydi, ama kalktı, taraçaya doğru giderek hımırdandı:
“Evde olsaydık dinlence gününde böyle eşek gibi yatmayacaktık. Tütünle boğuşan ihtiyarlara yardım etmek için hemen köye koşacaktık.”
“Haklısın.” Diye cevap verdi Aydın ve esneyerekten sordu:
“Ne yapacağız? Vaktimizi taraçada oturup sigara içmekle mi geçireceğiz?”
“Benim teklifim hazır.” Dedi Mümün.
İkisi de soru dolu bakışlarla ona doğru baktılar.
“Bizim fabrikanın işçi kulübü yakında bir yerde bulunuyor. Canı sıkılan oraya koşuyor. İsteyen iskambil oynuyor, isteyen televizyon seyrediyor. Bazen başka fabrikalarda çalışanlar da geliyor. Oraya gidelim. Bazı soydaşlarla karşılaşır ve tanışırsınız.”
Ötekiler ne demek istediğini anlayamamışlardı. Mümün izah etti:
“Burada yabancı yalnız biz miyiz? Başka fabrikalar var, onlarda çalışan Bulgaristan’dan, Türkiye’den ve başka devletlerden gelenler var.”
“Bu aklımıza gelmemişti!” dedi Aydın. “Kalkın, gidelim!”
Yarım saat sonra kulübün kapısından girdiklerinde Mümün sağa ve sola bakındı, bir boş masa gösterdi:
“Oturalım. Memeleketten kimseyi görmüyorum. Yakında gelirler.”
Aydın dayanamadı. Büfeyi görür görmez gidip üç çay aldı.
Mümün etrafı tekrar gözden geçirdi ve izah etti:
“Duvar boyunda, televizyonun sağındaki masada iskambil oynayanlar bizim Kuzey Bulgaristan’dan. Temizlikçi şirketinde çalışıyorlar.”
“Yani sokak süpürgecisi demek istiyorsun.” Dedi Aydın alayımsı bir sesle ve gülümsedi. Mümün çok ciddi bir sesle devam etti:
“Biz onların emeğini doğru şekilde değerlendirmiyoruz. Çünkü bizde bu işle hiç bir ihtisası olmayanlar, hiç bir yerde iş bulamayanlar meşgul oluyor. Burada ise temizlikte çalışanların emeği çok iyi ödeniyor.”
“Ne kadar çok alıyorlar canım!?”
“Benim aldığım maaşın iki katından daha fazlasını. Kötü mü?”
“…Hiç de kötü değil,” dedi Hasan.
Aydın teslim olmak istemiyordu:
“Nesi kötü değil Hasan? Sokak süpürgecisi işte. Maaşlarının yüksek olmasına rağmen gidip onların yanında çalışmaya hazır mısın?”
“Bu anda sana ‘evet’ cevabı veremem. Bir gün gelir, belki ben de gider ve o şirkette çalışırım?”
“Yani kendine ‘sokak süpürgecisi’ dedirtmeye razısın?!”
“Yavaş yavaş işte buna alışmam lazım. Biz umumiyetle bu işi çok küçümsüyoruz. İnsanı elbisesine göre karşılıyoruz, lakin aklına göre uğurlamıyoruz! Sokakları temizleyenler olmasa, çöpler her gün toplanmasa, o şehir neye benzeyecek? Orada yaşayanların durumu ne olacak?”
“Ne