“Nasıl yani?”
“Az önce yanımıza geleni müdür ilan ettin ya…”
“O hakikaten de müdür!”
Bu defa Aydın elini salladı:
“Haydi, yeter artık!”
“Nesini beğenmedin adamın?”
“Müdür böyle mi olurmuş!?”
“Ya nasıl olur?”
“Memlekette hiç müdür görmedik değil mi…”
“Müdür yanımıza ak entariyle ve kıravatla gelmesini mi bekliyordun? Burada müdür, her işi başkalarından daha iyi icra edebilen oluyor. Anlamazsa çalışanları nasıl kontrol edebilir? Bu adam bizim gibi işçiymiş, sonra başusta olmuş. Üç yıl öncesi ise müdür olmuş. Her gün her işçinin yanına en az bir defa gitmeden olmuyor. Bu günkü gibi. Müdür böyle olur işte!”
Eve döndüklerinde Hasan ile Aydın tekrar yataklara uzandılar. Mümün mutfağa kahve hazırlamaya gitti. Döndüğünde onların uykuya dalmış olduklarını görünce gülümsedi ve fincanını alarak taraçaya çıktı. ‘Yabancılar İçin Almanca’ ders kitabını önüne açtı. Bir aydan beri elinden düşürmüyordu onu. Yalnız dün akşam misafirleri yüzünden bu işi suistimal etmişti.
Hasan uyandığında Aydın’ı uyandırmamak için ayak uçlarına basarak taraçaya çıktı ve onun karşısına oturdu.
“Ne okuyorsun?”
Mümün kitabın kabını gösterdi.
“Harfler latince, ama sözlerden bir şey anlamadım.” Dedi Hasan.
“Yabancılar İçin Almanca Ders Kitabı.”
“Sen Almanca biliyorsun ya. Ustabaşı ile çatır çatır konuşuyorsun işte.”
“Benim Almancam kahvehanelerde öğrendiğim yarım yamalak bir şey.”
“Yani?”
“Yani bu dili daha iyi öğrenmek niyetindeyim. Okumayı ustabaşının yardımıyle öğrendim. Bir aydan beri de bu kitapla meşgul oluyorum.”
“Bugüne kadar herhangi bir ilerleme kaydedebildin mi?”
“Zaman gösterecek… Bir kulüpte yabancılar için dil kursları var. Benim gibi acemiler için kurs bir buçuk ay sonra başlayacak. Gittim ve yazıldım.”
“Boş iş.” Dedi Hasan ve elini salladı.
“Neden?”
“Yabancı dil öğrenmek kolay iş mi? Öğrenciyken altıncı ve yedinci sınıfta Fransız’ca okuduk. Kaç söz öğrenebildim, biliyor musun?”
“Nereden bileyim? Sen söyle, kaç söz öğrenebildin?”
“İki yılda tam dört söz kalmış aklımda: “Jurnal mural”– duvar gazetesi demekmiş. Bir de “La kloş zon”– zil çaldı demekmiş. Bu hesapla burada altı ay kalırsam bir söz kalacak aklımda. On iki ayda ise iki söz.”
“Bunu da zaman gösterecek.”
Aydın da çıktı taraçaya, yanlarına oturdu ve sordu:
“Hımır hımır konuşurken uyandırdınız beni. Ne yapacağız şimdi?”
“Ne yapalım?” diye soruya soruyle cevap verdi Mümün.
“Ben acıkır gibi oldum.”
“Şimdi oturur hem birer bira içeriz, hem bir şeyler yeriz.”
“İşe hep daha alışamadık. Eve geldiğimizde kendimizi bayağı yorgun hissediyoruz. Lakin hafta sonunda bir lokantaya gitsek kötü olmaz diyorum.”
“Olur.” Diye cevap verdi Mümün ve esrarengiz bir şekilde gülümsedi.
Akşam yemeğine oturduklarında Hasan konuşmayı Mümün’ün dil kurslarına yazılmasına yöneltti. Aydın hemen kestirip attı:
“Beni öyle bir sorun ilgilendirmez. Niyetim burada altı ay çalışarak ikinci el bir araba almak ve iki-üç bin Mark kuru para biriktirebilmek.”
“Sonra?” diye sordu Mümün.
“Eve döneceğim ve taksici olacağım. Bizde şimdiki taksiler rus malı. Eski ve hantal. Ben Batı arabasıyle piyasada çabucak ad yapacağım.”
“Ondan sonra?”
“Sonrası ne?”
“İkinci el bir araç taksi işine en çok iki yıl dayanacak. Ondan sonra?”
“O zamana kadar yenisi için para biriktirmiş olacağım.”
“Başarabilirsen, ne ala! Hasan, ya sen ne düşünüyorsun?”
“Bir yıl öncesi ev inşaat etmek fikrine girdim. Arsa ve proje hazır. Tuğla için param var. İlkin inşaat için gereken parayı biriktirmem gerekiyor.”
“Memlekette enflasyon var diyorlar. O parayı neden elinde tutuyorsun?”
“Ne yapayım?”
“Derhal malzemeye dönüştür. O para ile bugün on bin tuğla alabileceksen bir ay sonra beş bin alırsın. Dört ay sonra ise okadarını da alamazsın.”
“Beni korkutmaya mı çalışıyorsun?”
“Sen söylediklerimden değil, enflasyondan kork.”
Hasan gece yarısından sonra yatağa sokulduğunda Mümün’ün sözlerini bir türlü zihninden çıkaramadı. Ertesi gün çalışırken bile hep şu tuğla meselesiydi aklında. Öyle düşünürken bir defasında cilaladığı makine kısmının başında gereğinden çok daha fazla oyalandı. Öğleyin Mümün onun kulağına fısıldadı:
“Ustabaşının dikkatini çekmiş, bu gün işlerken dalgınlık göstermişsin. ‘Hasan’a söyle, dikkatli olsun. Bir bela olursa ne yaparız!’ dedi.”
“Anladım,” dedi Hasan alçak sesle ve iş günü sonuna kadar bu enflasyon konusuna dönmemeye çalıştı. Eve döner dönmez kağıt ve kalem alarak masa başına geçti. Leyla ile bugüne kadar da ayrı düşmemişlerdi ve birbirilerine mektup yazmak icabetmemişti. Nasıl başlasın, ona nasıl hitap etsin diye bayağı bir düşündü. Bir çeşit başladı, olmadı. Kağıdı yırtıp attı, başkasını aldı. Birkaç satır sonra onu da yırttı. Üçüncüde en nihayet gereken sözleri bulmuştu herhalde ki, kağıt üzerine bayağı bir şeyler döktü.
Mektubu tam bitiriyordu ki, Aydın uyandı ve gözleriye ötekileri aradı. Mümün’ü yine kitap üzerine düşmüş, Hasan’ı ise köy muhtarlığındaki katip gibi tükenmez elinde durmadan yazıp çizerken görünce narayı bastı:
“Ohoo!. Memleketten dışarı çıkar çıkmaz öğrenci oldunuz gittiniz! Ne bu yazıp çizmekler yahu! Doktor mu olacaksınız yoksa!”
Hasan kağıttan başını kaldırmadığını görünce dırıltısına az daha devam etti:
“Ne o, dargınlık mı var yoksa?”
Hasan yazmasını yarıda bırakmayınca Aydın meraktan patlayacak oldu. Usulcacık kalktı, arkasına geçti ve kağıda bir göz attı. Hemen sonra da yine yaygarayı bastı:
“O-hoo, daha dün geldik ve bugün hemen mektup yazmaya koyulduk!”
Hasan mektubun son noktasını koydu, kağıdı dörde katlayarak bir zarf içine soktu ve ta ozaman sakince konuştu:
“Azıcık bari kültürlü olan bir kimse başkasının işine burnunu sokmamaya çalışır. Hele gene karı koca mektuplarına hiç göz atmaz. Öyle değil