İzmir!.. Sıcak bir yaz günüydü. İzmir’in o amansız temmuz sıcakları… Ama bütün bunlar benim için sorun değildi. Sıcaklar güzel, İzmir güzel, insanlar güzeldi. Diyarbakır’da yaşayamazdınız. Bizim Rumeli insanı oralarda yaşayamaz. Daha yıllar önce Diyarbakır’ı bırakıp İzmir’e geldiğinizi biliyordum. İzmir!.. Şimdi İzmir seninle daha bir güzeldi. Abartmıyorum. O andaki duygularım böyleydi. Hemen orada, Eşrefpaşa Durağı’na yakın bir yerde, bir berber dükkânına girdim bavulumla. Berber orta yaşlı biriydi. Tıraş olduktan sonra berbere bavulumu bıraktım. Durumu kendisine anlattım. Adresi bilmediğimi, ancak mahallenizin adını bildiğimi söyledim. Adam gülümsedi. “Ara, ama” dedi, “burası koskoca İzmir. Şansın varsa birilerine rastlarsın…” Ben sizi bulacağıma inanıyordum. Nitekim mahallenin içine girer girmez daracık bir sokakta simit satan birine rastlamıştım. “Bu, Macide’nin babası” dedim kendi kendime. Yanına yaklaştım… Oydu… Ta kendisi… “Hasan Amca” diye seslendim. Ürktü birden. Sanki derin bir uykudaymış da birden bire uyandırılmıştı.”Hah!..” dedi. “Sen bizim köyden olmalısın…” Yüzüme merak ve şaşkınlıkla baktı… “Bizim burada beni bu adla çağırmazlar da…” Beni tanıyamamıştı. Tanıyamaması doğaldı. Çocukluk yıllarımdan beri beni görmemişti. Şimdi birden, delikanlı sayılacak bir yaşta karşısına çıkıyordum. Değişmiştim. Tanıyamazdı elbet. Kendimi tanıttım. Öylesine içten sevindi ki… Sonra da ne yapacağını şaşırmış bir halde: “Bekle burada biraz” dedi. “Satayım bu simitleri de birlikte eve gideriz. Beş on simit kaldı zaten… Evi bilmiyorsun değil mi?..” “Hayır” dedim. “İlk kez geliyorum bu semte. Ve sadece sizi görmek için geliyorum.” Ben orada, bir gölgede babanı bekledim. Biraz sonra döndü. “Hani bavulun?..” dedi. Ona durumu anlattım. Sonra dönüp birlikte bavulu aldık. Bilmem o günü hatırlıyor musun? Bir çamaşır ipine çorap asıyordun. Ayağında çiçekli bir şalvar… Başında bir eşarp… Beni görür görmez: “Aaa, bu, bizim köyden Hanife Teyze’nin oğlu” demiştin sevinçle. Beni tanımıştın! “Mehmet bu; Hanife Teyze’nin Mehmet!..” Gelişimden, beni görmüş olmandan dolayı memnun olduğun her halinden belliydi… Biraz da heyecanlıydın. Yüzün al al olmuştu. Gelip elimi sıkmıştın sadece. Yavaş bir sesle: “Hoş geldin” demiştin. Sonra, çarşıya çıkmak için hazırlanmıştın. “İstersen sen de gel” demiştin bana. Giyinip kuşanmıştın. O kadar güzeldin ki… “Olur” demiştim sevinçle. Gülümseyerek: “Yanımda koskoca bir delikanlı varken rahatlıkla dolaşabilirim” demiştin. “Hadi gel…” Annen, zavallı kadın, “Misafiri rahat bırak; yorulmuştur…” diye üstelemişti ama kim dinler… Ben zaten senin için gelmiştim oraya. O gün nedense, ne sen o eski çocukluk günlerimizi sormuştun, ne de ben kendiliğimden bunlardan söz etmiştim. O günü konuşmuş, yaşamıştık sadece. Uzun boylu, genç bir kız olmuştun… Sarı, ipek gibi saçların vardı. Boyun benden biraz uzundu. Çarşıya her çıkışında delikanlılar tarafından rahatsız edilişinden söz etmiştin… Bir de sevgilin olduğundan. Biraz bozulmuştum önce… Oysa o an, seninle yan yana yürürken ben ne hayaller kuruyordum. Okuyup okullar bitiriyordum. İş sahibi oluyordum, bol para kazanıyordum. Kimi gerçekleri görmezden gelip seninle evlenmeyi kuruyordum. Seni bu fakir kenar mahallenin çıkmaz sokaklarından kurtarıp içinde faytonların dolaştığı çiçekli çayırlara götürüyordum. Sen, Çalıkuşu romanındaki Feride’nin mutlu anlarındaki gibi şuh kahkahalarınla ortalığı çınlatıyordun…
Derken, gerçekler… Sen daha gerçekçiydin bir yerde. Kendi yolunu çizmiş bir halin vardı. Boş hayaller peşinde koşmuyordun. Yaşam seni pişirmişti. Elişleri yapıp para kazanıyordun. Sinemalara gitmeyi sevsen de yaşamın bir sinema olmadığını biliyordun. Bir marangoz kalfasını sevdiğini söylüyordun. Umutlarını bu olay üzerine kurmaya çalıyordun daha çok. Gelin olarak gideceğin evin pencerelerini bile düşünecek kadar yaşamı elle tutulur bir halde düşünmeyi öğrenmiştin. Dantel perdeler ördüğünü söylüyordun. O an gözlerine bakıp dalıyordum. Sen seziyordun bunu. Okumamdan, memleketime döneceğimden, birçok şeylerle karşılaşacağımdan, buraları, İzmir’i unutacağımdan, tüm insanların birer umut avcısı olduklarından söz ediyordun… Gene de bir ara, bana hiç unutamayacağım bir anı yaşatmıştın. Bilmem aklında mı? Küçük bir pastanenin önünden geçiyorduk. Birden durmuştun. “… Gel de birer dondurma yiyelim…” demiştin gülerek. “Hatırlıyor musun, sen bana Helvacı Nuri Dayı’dan az kozlu helvalar yedirmezdin; şimdi sıra bende…” Pastaneye girmiş, dondurmalarımızı yemiştik. Karşı karşıya oturuyorduk seninle. Nasıl mutlu olmuştum bilsen. Seninle yıllar sonra buluşup karşılıklı olarak dondurma yemek… Öyle bir anı yaşamayı nasıl özledim bilsen…
Şu işe bak. Aradan bunca yıllar geçmiş; hâlâ aynı duyguların etkisi altındayım. Kartını alıp cüzdanıma yerleştirdim. Almanya’da oluşuna seviniyorum. İyi yaptın. Orada, o eski mahallede öyle, o şekilde kalmana üzülürdüm. Geçenlerde biri geldi köyümüze. Sizden söz etti. Güzel bir ev yaptırdığınızı söylüyor İzmir’e. O eskilikleri tanıyamazsın, diyor. Sen bunlardan söz etmezsin; biliyorum. Kızların büyümüş. Annelerini yetişmişler, diyorlar. Ne güzel. Bir mektubunda yeniden İzmir’e döneceğinizi yazmıştın. Kocan, o eski marangoz kalfası da kendi iş yerini açacakmış. Bütün bunlar beni sevindiriyor. Annen keşke görebilseydi bunları.
Şimdi seni, o yeni yaptırdığınız evin içinde düşünüyorum. Eminim ki, en güzel dantel perdeleri bu evin pencerelerine takmışsındır. Kocan, evin altındaki işyerinde çalışacak. Sen ona kahve götüreceksin. Çocuklarınla birlikte akşamın serin saatlerinde, o dar mahalle sokağında tur atacaksın. O pastanenin önünden geçerken –duruyorsa eğer- belki de beni hatırlayacaksın. İçinde depreşen anlaşılmaz duyguların sarhoşluğunu yaşayacaksın.
Ben öyle yapıyorum. Birazdan evden çıkacağım. Kartın cebimde olacak. İnsanın hatırlanması ne güzel… Çıkacağım sokağa. Sizin o ilk geldiğiniz evin önünden geçeceğim. Gelsen tanırsın. Duvarlar aynı. Sadece bahçe duvarının kapısı değişti. Karşıdaki kuyu olduğu gibi, öylece duruyor. O büyük portalar (bahçe kapısı) yok yalnız. Hani, koruntuluğuna salıncak kurar da sallanırdık… O yok. Hatırlıyor musun, en çok seni sallardım o salıncakta. Şimdi o evlere başkaları yerleşti. Yeni komşular… Onlara seni anlatıyorum kimi kez… Buraya ilk geldiğiniz günü. Birlikte çektiğimiz sıkıntıları. Sonra yeniden sokaklardayım. O sokaklarda çoğu kez tek başıma dolaşıyorum. Bunca insan arasında kendimi neden bu kadar yalnız hissettiğime şaşıp kalıyorum. İnsanlar kahve önlerinde, sokaklarda hep. Evim, karım, çocuklarım… Yine de kendimi yalnız hissettiğim o anlar… Senin kartların, mektupların bu yalnızlığın içinden çıkarıp kurtarıyor beni. Seninle ilgili kimi anılar kişiliğimle iyice kaynaşmış. Sadece İzmir’de geçen o birkaç gün değil elbet. Daha sonraki günlerimiz de… Gerçeklere ters düşse de kurduğumuz hayaller… Kendimizi gerçek yaşamın pençesinden sıyırmamız zor elbet. Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Şöyle, her şeyi bir yana atarak seninle yine küçük bir pastanede birer dondurma yemeyi ne kadar çok istiyorum. Biliyorum, orada yepyeni hayallerden söz etme hakkımız yok, ne de zamanımız, artık. Belki de geçmişten, şimdiki durumumuzdan, evlerimizdeki sıkıntılı yaşantılarımızdan, çocuklarımızdan ve torunlarımızdan söz edeceğiz. Ama olsun… Yine çok mutlu olacağımızdan eminim.
Mektubumu yazarken ne kadar dikkatsizim. Yine olmayacak şeyler yazdım sana. Kartın için teşekkürler. Beni mutlu ediyorsun. Sen de mutlu ol böyle. Benim gibi!..
(Rahmi Ali, şiir yazmaya daha sonraki yıllarda başladı. Bu türde iddialı değildi. Yine de Azınlığın çeşitli basın organlarında çok sayıda şiiri yayımlandı. Atatürk’ü konu alan şiir