“Barba İspiro kötü çok!” derdi. “Elmalarını yolmuşum diye geçen gün bastonla kovaladı beni!”
4 No.lu Bekleme Kulesi’ndeki nöbet saatim 20.00 ile 22.00 arasına rastladığında olduğumdan daha hafif hissederdim kendimi. Başımda miğfer, sırtımda üniforma, ayağımda postal, omzumda Amerikan malı piyade tüfeğimle hızlı adımlarla yürürdüm nöbet yerine. Hangi bekleme kulesine gittiğimi iyi bilen kenar köşedeki erler, “Ela Stella!” diye ardımdan bağırırlardı. Kesmezdim hızımı. Oraya varınca çoğu kez Tasula Nine’yi görürdüm evinin merdivenine oturmuş olarak. “Nerede kaldın evlât?” derdi bozuk Rumca’sıyla. Sonra Türkçe’ye döner, “alıştım gittim sana,” diye eklerdi. Mektup alıp almadığımı sorardı evden. Bu arada başında boyacı kasketiyle bir genç, Beba’yı bisikletinin önüne oturtur, sol eliyle kızın çıplak bacaklarını okşayarak önümden geçerdi. İçimde bir acı, bir burkulma hissederdim o an. Beba’nın benden yana bakıp gülümsemeye çalışması, çaresizlik içindeymiş gibi utanarak başını öne eğmesi içimdeki acıyı azaltırdı.
Az sonra karanlık basar, elektrik lâmbalarının soluk ışığı altında kapı önlerine toplananlar olurdu. Taşköprü’nün solundaki tavernadan bozuk, pürüzlü bir ses gelirdi:
“İzmir’in kavakları
Dökülür yaprakları
Bize de derler Çakıcı
Yakarız konakları.”
Stella, gözleri bekleme kulesinde, oynak hareketlerle bahçede dolaşır, iç çamaşırlarını toplardı çamaşır telinden. Tasula Nine’nin kocası yorgun argın gelirdi eve. Önce Rumca söverdi; alamazdı hızını da Türkçe başlardı sövmeye. Kadın kocasına yardıma koşardı.
“Olmaz,” derdi adam. “Bu orospu burada durdukça uğursuzluk bırakmaz yakamızı; gene arabayı kırdık!”
Yumruğunu da hırsla Stella’nın evine doğru sallardı.
Daha sonra Türkçe konuşmalar karışırdı şehrin Rumca gürültüsüne, kapı önünde toplanan yaşlılar, bağıra bağıra Türkçe konuşarak memleket özlemini gidermeğe çalışırlardı:
“İyi adamdı kulağı çınlasın. Fakir fukara babasıydı. Osman Ağa gibisine rastlamadım ben… Ah, Erzurum’un suları…”
Bolluk bereketten açarlardı sözü. Ayşecik filmlerini anlatırlardı birbirlerine. Sonra, sarhoş sesleri gelirdi tavernadan; ayakta güçlükle tutunan birkaç karaltı Stella’ların evinin ardından bağrışarak geçerlerdi. Stella’nın orospuca gülüşlerini işitirdim pencerenin camından. O, kuleye karşı soyunurken, üvey babası hırsla kapıyı açar; rakı şişesini kışlanın duvarına çarpardı.
Askerlik görevini 156. Piyade Alayı’nda yaptığını öğrendiğim gençlerden birine 4 No.lu Bekleme Kulesi’ni sordum.
“Stella Kulesi, diyorlardı oraya,” dedi. “Güzel bir kadın oturuyormuş kulenin karşısındaki evde. Stella imiş adı. Bütün kışlanın ve o çevrenin gözdesiymiş. Üvey babası bıçaklamış kıskançlık yüzünden. Şimdi yok tabii, adı kalmış.”
İnsanlar yaşamadıkları olayları ne kadar da soğukkanlılıkla anlatabiliyorlar! Oysa ben bir hayli üzüldüm Stella’nın öldürülüşüne. Stella ile ilişkimiz neydi ki… Bir kez görmüştüm kendisini yakından; elini, kendisine yardım için uzattığım elimle bir kez tutmuştum. O da, sevgilisini bir Paskalya yortusunda görsün, diye. Kışlada başçavuş olan sevgilisini görmek istiyordu. Kapıdan bırakmıyorlardı kendisini. Başçavuş Stella’dan kaçıyordu. Eğlence programı düzenlenmişti kışlada. Sivil halk da davetliydi. Ama, Stella her nedense bırakılmıyordu içeri. Girse, çıkaramayacaklardı elbet. Sevgilisi ile kol kola tutunup oynama fırsatı geçecekti belki de eline.
“Uzat elini,” demiştim kendisine. Çocuk gibi sevinmişti. Kendisini kuleye çektiğimde elimi bir zaman bırakmamış, “Senden utanıyorum,” demişti. “Anlıyamıyorum niçin? Sen utandırıyorsun beni…”
Ben bırakmadıkça çekmek niyetinde değildi elini. Bunu bildiğim için elini son bir defa sıkmış, bırakmıştım. Gülümsemiş, “Bunu unutmayacağım,” demişti. “Teşekkür ederim.”
Sormadım başka bir şey gence. Üvey babasının Stella’yı kucağına alışını, pembe boyalı evin ardından geçen sarhoşları, Tasula Nine’yi, Yanaki’yi anımsadım. Yanaki subay okulunda mıdır şimdi? Yine Türklere öylesine düşman mıdır? Ya o şarkılar?.. Taşköprü yalnız başına mı dinler onları?
“Sizin zamanınızda sağ mıydı Stella?” dedi genç.
“Hayır!” dedim. “Daha yıllar önce ölmüş olduğunu söylerlerdi.”
Kartını dün aldım. “Seni anmak bana yaşama sevinci veriyor” diye yazmışsın. Ne güzel söz… Aslında aynı duyguyu ben de yaşıyordum da sana anlatamıyordum. Bu, benim için de öyle. Yoksa, yıllar önce İzmir’in yoksul bir mahallesindeki o buluşmamız bir rastlantı değildi. Yolum İzmir’e düştüğünde ilk aklıma gelen kişi sen olmuştun. Yıllar geçmişti aradan görüşmeyeli. İçimde büyük bir merak vardı. Acaba Macide nasıl bir kız oldu!.. O uzun tren yolculuğunda hep seninle olmuştum. Gürültülü caddelerden, uçsuz bucaksız yalnız ovalardan, korkunç uçurumlardan kurtulup sana geliyordum. Sen, tatlı su şırıltılarının işitildiği menekşe kokan yeşil yamaçlarda, sevimli leyleklerin dolaştığı beyaz çiçekli çayırlarda, kırlangıçların üstünde uçuştuğu güzel köyümüzdeydin.
Aklıma, o iç savaş yıllarında dağdaki köyünüzü bırakıp bizim köye indiğiniz gün geliyordu önce. Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına karşın o günün kimi anıları gözlerimin önünde olduğu gibi canlanıyordu. Eşya yüklü katırlar, eşekler köyün meydanını doldurmuştu. Ağlayan kadınlar, şaşkın ve korkulu gözlerle bakan çocuklar ve suskun erkekler… Herkesin gideceği yer daha önceden ayarlanmıştı. Sen, kır bir atın üstünde, annenin kucağındaydın. Öne oturtmuşlardı seni. Atın semerine sımsıkı tutunuyordun. Dağınık sarı saçlı, mavi gözlü bir kız… Karşıda, komşunun boş evleri vardı. Sizi oraya yerleştirmeyi düşünmüşlerdi. Ağlamıştın. Ablam gelip seni annenin kucağından alıp yere indirmişti. Küçük, ürkek bir kız. O akşam size yiyecek bir şeyler getirmiştik annemle. Annem eve döndüğünde kendini tutamamış, uzun süre ağlamıştı. “Allah’ım, ne zor iş” diyordu ikide bir… Ben bazı şeylerin iyi gitmediğini seziyordum sadece. Ama annemin ne demek istediğini pek anlayamıyordum. Oysa yaşam insana neler öğretiyor… Evet, yaşamak güzel şey, ama yaşamak kolay bir şey de değil.
Kartın elimde. Onu tekrar tekrar okuyorum. Düsseldrof!.. Macide ve Düsseldrof… Bu kaçıncı gurbet böyle… Ballıca, Yassıköy, Diyarbakır, İzmir ve Düsseldrof!..
İzmir’e, yani sana gelirken çocukluk yıllarımızın en güzel anılarını yeniden yaşamak istiyordum. Yakın çayırlıklara gidip beyaz ve sarı çayır çiçekleri topladığımız günleri, birlikte oynadığımız anları, koşmalarımızı yeniden yaşamak istiyordum. Sonra, kasabaya giden babalarımızın dönüşlerini merakla beklemelerimiz… Onların getirdikleri horozlu şekerleri yalamalarımız… Ne kadar şen, ne kadar mutluyduk.
Sonra nasıl oldu bilmiyorum; bir gün ansızın gidiverdin. Sabahleyin kalkıp size uğradığımda birden vurulmuşa döndüm. Her yer, her taraf bomboştu. Ortalıkta dolaşan bir kediniz vardı sadece. O odalar yine boş kaldı öyle… Nesibe Hala saçakta yün eğiriyordu. “Macideler Türkiye’ye