Osman Aga simit tablasını hemen yanımıza, çayevinin al-çak koruntuluğuna dayamıştı. Baktığımı anlayınca ezilir gibi oldu, gülümsemeye çalışarak:
–Napçan, dedi, burda büle.
Yukarı, Çimentepe sırtlarına baktı, eliyle gösterdi:
–Ne olur burda? Ekin mi, misir mi? Büle işte burda. Benzemez bizim memlekete.
İskemlesinin kıyısına biraz sonra kalkıp gidecekmiş gibi ilişmişti. Gözleri yüzümdeydi hep. Sakalları uzamıştı.
–Otursana, dedim, rahat olsana.
–Abe düşünme beni sen; rahatım ben. Sen bak kendi rahatına.
Gülümsedim, o da gülümsedi. Garson çaylarımızı getirdi. Cebimden bir Yunan sigarası çıkardım, kendisine uzattım.
–İçmem gâvurun cıgarasını, dedi. Sert gelir bana. Bazı memleketliler geldiklerinde verirler bana; içmem. Abe napçam ben sizin cıgaranızı, derim onlara. Anlatın memleketi, anlatın akranları… Onlar gülerler hep. Almışlardır birer saat kollarına, ikide bir bakarlar saatlara. İşimiz var, derler. Falancayı görmemiz lâzım, falan. Anlamaz sanırlar beni. Onlar simitçi Osman Aga’nın yanında oturup konuşmaya tenezzül etmezler be. Ondan bakarlar saatlarına gene gene.
–Al sen, dedim. Ben hususi seninle görüşmek için geldim İzmir’e. Babamın tembihi var. Adaşımı nasıl nasıl görmelisin, dedi.
Sigarayı aldı, elleri titriyordu. Bir hayli uğraştı sigarasını yakmak için.
–Sahi be, dedi. Adaşım nasıldır? Onunla ne odunlar keserdik biz. Ah…Ah…Ah!.. Bir görmeliydin. O zaman küçüktün sen. Kimi Karabayır’a kadar çıkar, “bubaaa, ormancı geldi gene” diye bağırarak karşılardın bizi.
Caddeden bir grup kadın gülüşerek geçtiler. Karşı balkonda bir kadın göründü, çamaşırları toplamaya başladı. Garsonun in-sanı rahatsız edici sesi duyuldu:
–Çay biiir !.. Demliler üç olsun !..
Gözlerim Muhacir Osman’ın yüzündeydi…
Önümüzdeki kalın zaman perdesini aralayıp onun yıllar önce belleğime kazılmış olan yüzünü anımsamaya çalıştım. O, deminden beri, bir türlü salınamadığı iskemlesine adeta çökmüş, gözlerini denizin uçsuz bucaksız ufkuna dikmişti. Kendisini rahatsız etmemek için uzun süre sesimi çıkarmadım. Bakıyor, o bildiğim, benim pek yakından tanıdığım Osman Aga ile bu Muhacir Osman arasında bir türlü bir ben-zerlik, bir yakınlık bulamıyordum.
Biz çocuklar Osman Aga, derdik kendisine; büyükler ve akranlarıysa Uzunların Osman. Köyde adı en çok duyulanlardan biriydi. Güçlüydü, açık elliydi. Alabildiğine de şendi. Çayır biçmede, bağ bellemede, odun kesmede onun üstüne yoktu. Birinin çalışkanlığını mı övecekler; tıpkı Uzunların Osman, derlerdi. Ramazanda, bayramda davul mu çalınacak; bunu Osman Aga’dan başka becerecek birini kimse düşünmezdi. Hele,“Bu Ramazan davulu yine Uzunların Osman çalacak” dediler miydi biz çocukların bayramı olurdu. Bilirdik ki bizim çok sevdiğimiz manileri yine söyleyecek, hatta güzel havalarda sahur vakti dolaşırken ardı sıra gezmemize ses çıkarmıyacak. O ne ses, ne canla başla davul çalmaydı öyle. Her kapıda durur, birer ikişer mani söyler, aynı şevk, aynı heyecan bir ay boyunca sürerdi. Gerek sahur vakitleri, gerekse bayram sabahları olsun, en çok Sığırtmaç Hasan’ın kapısında durur, en güzel manileri de belki orada söylerdi. Raife Teyze sırtında yeni feracesiyle merdivenlerde görünür, krem başörtüsünün ucunu bir eliyle çene-sinin altına tutturmaya çalışırdı. Elini çene altından çeker çekmez yeniden iki yana düşerdi başörtünün uçları, ince zarif boynu, harbollunun güvezi vurmuş ak gerdanı görünürdü. Bütün çocuklar susardık o ara, davulcu Osman Aga’nın ağzından çıkacak sözleri beklerdik; ya da bana öyle gelirdi. Sığırtmaç Hasan’ın karısı Raife, elinde dört ucu işlemeli al mendil, merdivenler üzerinde saygıyla beklerdi. Gür, tatlı bir ses bozardı sessizliği, ardından davulun tokmağı hızla inip kalkardı:
“Gökten indi bir yeşil melek/ Elhamdülillâhi tebarek/ A benim canım sultanım / Bayramınız olsun mubarek”
Bu sırada Raife Teyze’nin yüzü aydınlanır, gülümsemelerin en güzeli, en cömerdi, gelip dudaklarında bir gelincik çiçeği gibi açardı. Sonra merdivenleri, adeta duvağı başında bir gelin ciddiyetiyle iner, gelir; dört ucu işlemeli al mendili davulun kasnağına özenle tuttururdu.
Biz mahallenin tüm çocukları Osman Aga’sız bir bağbozumu da düşünemezdik. Üzüm dolu küfeleri omzuna alır, şıraneye boşaltır, kurnasının altına büyük bir kazan yerleştirilen şıraneye girerek uzun, sağlam bacaklarıyla üzümleri ustalıkla çiğner, ezerdi. Bizim, kurnadan akan şırayı tasa doldurarak içmemize kızmaz, tam tersine gülerdi.
–Çok içmeyin. Sonra sarhoş olursanız karışmam bak, derdi.
İşi olan kadınlar ellerinde kepçe, kevgir veya bakırlarla telaşlanırlar, işi olmayıp da kendilerine eğlence arayan mahallenin genç kadınları ise avludaki ocaklar üstüne dizilmiş şıra tavalarının karşılarında altlarına birer odun çekerek oturur, bazen de ayakta dururlardı. Atılan kuru meşe odunlarıyle yalımlar daha da parlardı. Kadınların yüzlerinde kızıl gölgeler dolaşır, büyüyen gölgeler duvarlara sığmazdı. Bazı açık saçık konuşmalar gelirdi kulaklarımıza. Kadınların gülüşleri ekşi cibre kokan gecede yitip giderdi. Bir ara dışardan Osman Aga’nın sesini duyardık:
–Gülizar, git getir şu bizim kurbanlığı da size güzel bir çevirme yapayım. O meşe odunları kim bilir nasıl da kor tutmuştur.
Karısı Gülizar Hanım -hastalıklı, yüzü sarı olduğu için Gülizar Hanım derlerdi- gülümsemeye çalışırdı:
– Deli bu bizim adam be, derdi. Sahiden deli.
Bir akşam babam, tam ezan vakti Gülizar Hanım’ın ölüm haberini getirdi. Ortalık kararmak üzereydi. Karanlık üzünce dönüştü, yüreklerimize doldu. O gece Ferişte’yi bize getirdiler, bizde yattı. Sonraki gün, ikindi vakti Gülizar Hanım’ı mezarlığın kuzeybatısındaki karaağacın yanına gömdüler. Osman Aga bir hafta sonra sık sık mezarlıkta göründü. Gülizar Hanım’ın mezarının çevresinde ne kadar karaçalı varsa hepsini kökledi. Bir ara Osman Aga’nın, karısı öldükten sonra camiye gitmediği söylentileri dolaştı. Sözde Gülizar Hanım ölünce kendisini namahremdir diye bir daha yanına yaklaştırmak istememişler, saçlarını okşayıp sevmesine engel olmuşlar. Buna pek içerlemiş Osman Aga, elleri çaresiz iki yana düşmüş:
–Yaa… demek üle. Demek şimdi Gülizar namahrem bana?.. demiş, ağlamış. O günden sonra da kendisini camiye giderken gören olmamış. Doğrusu ben bu söylentilere inanmadım hiç. İnananlara da için için kızdım.
Osman Aga, Gülizar Hanım’ın ölümünden sonra daha sık gitti odun kesmeye. Dağdan, adlarını bilmediğimiz çiçekler getirdi bize. Hem de kökleriyle. Kendi avlusuna da ekti bu çiçeklerden. Onları kuyudan su çekerek suladı. Bir gün elinde bir gül fidanı ile bize geldi, bir kürek aldı, çıktı, gitti. Sonraki yaz Gülizar Hanım’ın mezarının başucunda, pembe, tek bir gül açtı.
Osman Aga’yı son olarak bir yağmur sonrası günü görmüştük. Bugünmüş gibi gözlerimin önünde. Bir grup çocuk, suyun eştiği yerlerde çivi, tel parçaları, eski demirler arıyorduk. Tüfekli iki asker Osman Aga’yı önlerine katmış, karakola doğru götürüyorlardı. Osman Aga’nın sırtında uzun bir yağmurluk, başında örme, kahverengi bir başlık vardı. Başı öne eğikti. Koşarak eve gittim. Ferişte bizdeydi ve ağlıyordu.