Tevkifte olanlar hürriyette yaşayanlara hakaret ediyorlar sanki. Ya da hakaret etmiyorlar ama uygunsuz hareketleri buna benziyordu. Yoksa şu gökyüzü altında duran bizlerden medet dileyerek bir yardım eli mi bekliyorlar? Suya batan kişi son bir kere elini parmağını göstermez miydi? Bunlar da mı öyleydi? Son bir çırpınış. Son bir umut.
Bazen parmak gözükmez olur, yapayalnız bir tanecik göz parlar. Bazen yanar, bazen söner. O zaman tahmin ettiğim gibi esirler, çarçabuk değişerek sıra ile dışardakilere bakarlar.
İçeriden bir gürültü duyuldu. Kalın duvarların ardından sesler, bize açık duyulmuyordu. Belki içerdekiler, kendi eşinin, çocuğunun, anasının, babasının, kardeşinin adını söyleyip bağırıyorlardı. Vedalaşıyorlardı. Fakat bunu anlayan yoktu. Bu seslenmeler, bu vedalaşmalar kulağımıza anlaşılmayan gürültüler şeklinde ulaşıyordu.
“Murtaza burada!” dedi Ayşe birden. Beni elimden çekerek.
“Nerden anladın?” diyorum ben.
“Bilmiyorum.” diyor.
“Gideyim mi?” Ben Ayşe’nin yüzüne dikilerek bakıyordum. O ise, silahlarıyla engelleyerek dimdik duran polisleri izliyordu. Kim ileriye doğru bir adım atarsa, hemen silahıyla göğüsten iter. Hepsi bize doğru bakıyordu. Önümüzde duran uzun boylu, irin gözlü polis sigarayı yakıp başını çevirerek eğildiğinde, ben hızla koşarak hapis kapısının deliğine yetiştim. Fakat kısa boyum yetişemeyince, tabanımı kaldırıp deliğe doğru boynumu uzatarak:
“Baba, babacığım!” diye hüngür hüngür ağladım.
“Murtaza! Murtaza! Oğlun geldi.” diye iç taraftan boğuk bir ses duyuldu.
“Çekilin şöyle! Çekilin, Murtaza geçsin!” Demek Murtaza buradaydı. Bu tek gözlü kapının ardındaydı. Geldi!
“Barshan! Barshan! Sen misin?”
“Evet, babacığım.”
“Arslanım benim.”
“Eve gidelim baba. Ayşe ağlıyor. Ayşe’ye kızma lütfen.”
“Ağlamasın. Şunu al!” Babam bana sarmalanmış bir kâğıdı delikten uzattı. O anda omuzumdan birisi kartal gibi pençeleyerek fırlattı. Ta oradaki kürtün karla kaplanmış çöpün üzerine düştüm. Birileri beni yerimden kaldırarak üzerimi silkeledi. Tavşankulaklı şapkamı temizledi.
“Ağlama, oğlum!”
“Ağlamıyorum ben.” dedim.
Ayşe hemen yetişti. Diz çöküp yüzüme yapışmış karı eliyle temizleyerek yüzümü yüzüne yapıştırdı. Sımsıkı sarıldı. Vücudu tir tir titriyordu. Ağzıma işaret parmağını sokup damağımı yumuşatarak sıvazladı. Bu hareket, korkudan kurtulsun demekmiş.
“Ağlama anneciğim.” dedim teselli ederek. Polisler aniden celallendiler.
“Hadi gidin buradan!” deyip silah dipçiğiyle milletin göğsünden vurarak sıkıştırmaya başladılar.
“Dağılın! Dağılın! Yoksa ateş ederiz.” diye korkuttular. Bir kere de göğe doğru kurşun atıldı. Dumanı çıktı. Halk paniğe düştü. Ejderhadan korkmayan Kazak milleti o anda silah sesinden sonra etrafa yayıldı. Köye döndük. Biraz uzaklaşınca, küçücük avucumda çok sıkı tuttuğum kâğıdı Ayşe’ye uzattım. Ayşe kâğıt sarmasını düzelterek açınca içinden dört tane iğne çıktı. Dikiş makinesinin iğneleriydi. Millet şaşkın şaşkın bakakaldı iğnelere.
“Allah, Allah! Bu iğneleri Murtaza nereden aldı?” dedi birisi.
“Bunda da bir hikmet var?” dedi başkası.
“Ne hikmeti varmış?” diye Ayşe konuştu.
“Geçen Pazar günü çarşıya gitmişti, o zaman satın almış olmalı, unutup cebinde kalmıştır.” dedi. Evimizde Künikey ninemizden kalan Zinger dikiş makinesi vardı. Yolda giderken ağaç dalların üzerinde büzülerek sığırcık kuşları oturuyordu. İnsanların derdine onlar da dertleniyor gibiydi. Kadının birisi:
“Esenlik dolu günler geçsin.” diyerek hüzünlü bir türkü söylemeye başladı. Söylediği türküden ziyade, âh u enînle sızlaması gibiydi.
“Fakat…” diye hemen türküsünü kesti birisi.
“Murtaza’nın iğneyi vermesi de ne? Yine de bunda bir hikmet var.” diye ısrar etti. Ne hikmet olduğu hâlâ belli değil.
PARMAK EMEN BEBEK
Onun doğduğu otuz yedinci yılın yakıcı Temmuzunu zor hatırlarım. Herhalde beş yaşıma geldiğim zamandı. Mınbulak köyünün dere başına alaca çadır evler dikilmişti. Milletin ekin biçme işine giriştiği zamandı.
Batırhan o dikilmiş çadır evinde dünyaya geldi. Havanın açık olduğu yaz mevsimiydi. Pek iyimser insanların kutlamak için çadır evimize gelip gittiklerini biliyorum. Nasıl olduysa da mutlu günler olduğunu hissediyordum. Ardından sonbahar mevsimi, sonra kış oldu. Yaz mevsiminin bereket dolu mutlu günleri göz önümüzden hızla aktı. Murtaza tutuklandı.
O gece yaşanan olaydan sonra Ayşe meme emen bebeğe bakıp:
“Sen sağ salim kalır mısın?” diyerek hıçkırıklara boğulması, memesinden ayırarak yatağa fırlatması, anne sütüne doyamamış bebeğin ya Ayşe’ye ya zamana ya da kaderine şikâyet edercesine çığlık koparması hâlâ göz önümdedir, kulağımda çınlamaktadır. Zannediyorum ki ondan sonra bu çocuk anne sütüne hiç doyamadı. Ayşe’yi her sabah işe götürürlerdi. “Süt emen bebeğin var, sen işini bırak!” deyip kendisine acıyan kim vardı ki? Tasbet mi? Hayır.
Bebeğin günlük hayatı, altı yaşını yeni dolduran bana ve dört yaşını yeni geçen Kurmaş’a emanetti. Bizim hangi günümüz iyi geçer ki. Bebek yürümez oldu. Üç yaşını doldurdu ama ilk adımını atarak ayaküstünde duramadı. Sadece emekliyordu. Çoğu zaman çömelerek oturur oturur ve elinin iki parmağını emer de emerdi. Kürdan gibi parmakları iki beyaz çöpe dönüşürdü. Bir gün kardeşim, yere yuvarlanarak düşüp, acı çığlıklar kopardı. Ben ne anlarım çocuk bakmaktan. Çığlık üstüne çığlık koparıp morarmaya başlayınca, kucağıma alarak atölyeye doğru koştum. Nametkul amcama götürdüm.
Nametkul uzun boylu, fırlak gözlü, çok sabırlı birisiydi. Batırhan’ın karnına basarak ağzını açtı. Beyaz çöpe dönüşmüş parmaklarını tek tek kontrol etti. Sanki birisi etini bükmüş gibi ağlıyordu. Sonra kıçını sıvazlayarak ayak dizlerini okşadı.
“En son ne yedi?” diye şişen karnını hafifçe bastırarak baktı. Ne yediğini ben ne bileyim. Eline ne düşerse onu yer. Bizim evde bir avuç yulaf unundan, bir tabak yoğurttan başka bir şey olmaz ki. Ondan sonra çocuğun ayak parmaklarına baktı. Ayak parmaklarının arasını açınca:
“Ay, Allah!” diye şaşırdı Nametkul. Parmaklar arasında kaynaşan ak kıl kurtlar vardı. Kuzunun kuyruğuna kurt dolmuş gibi eline penç alıp tek tek çıkartarak topladı.