Bakanlık görevinden alınan Aben Bey, moral çöküntüsü içerisinde, tıpkı Lev Tolstoy’un, İvan İliyç’i gibi geçmişine yolculuk eder. Makam uğruna ruhunu şeytana satan bu zavallı, evliliğin tadını bile çıkaramamış. Dışarıdaki hayat daha çekici geldiğinden aile saadetinin tadına bile varamamış meğer. Çok tatlı bulduğu mevki peşinden koştururken her şeyi unutarak, biricik evladını da göz ardı etmiştir. Ailenin bütün serveti, ev reisinin yüksek makamı sayesinde biriktiğinden, bütün dilek, dualar sadece bu makama edilir, kısacası her şey onun etrafında dönerdi. Karısı ise hayatını yaşatan, kendilerine itibar kazandıran bu makamı kocasından daha fazla severdi.
Tolstoy’un İvan İliyç’iyle karşılaştıracak olursak, İvan Aben’e göre çok daha mutludur; çünkü İvan’a en azından merhamet eden birisi vardır, o da efendisidir. Bakanlık koltuğundan olan Aben ise yapayalnız. Darda kalınca yanında merhamet eden bir tek Allah’ın kulu yok; çünkü etrafındakilerin hepsi, ona oturduğu koltuktan dolayı değer veren ve sevenlerdi, hatta eşi de bunlardandı, ancak şimdi fark etti ki, şu hayatta güvenebileceği, dertleşebileceği arkadaşı bile yokmuş. Kula kulluk eden eski arkadaşları da ortadan kaybolmuşlar, sürekli değiştirilen bir kıyafet gibi bir tek iş arkadaşları kalmış. Gözünü bürüyen koltuk hırsı yüzünden akrabalarının da hepsini kaybetmişti. Bu fani dünyada dertleşebileceği, içini dökebileceği bir tek “arkadaşı” varmış meğer; o da yaşamı boyunca kendisini köle yapan, kalbinin kapısına kelepçe vuran, eş dosttan ayıran ekselansları Makam. Artık o da yok. Şimdi ne yapacak?
Abdik, eserinin sonunda bu tür yanıtsız sorular sorarak okurunu derin ve dipsiz bir düşüncenin kuyusuna atar. Belki de bu yüzdendir ki, onun yarattığı karakterleri birden tanıyabiliriz ve asla unutamayız. Okurun, iç dünyasının kapısını bozarak giren bu karakterler, insan gönlünün en güzel köşesinde onunla birlikte yaşar, zulmün param parça ettiği insanın ne gibi felaketle karşılaşacağını sıkça hatırlattıktan sonra defalarca düşünce ırmağına atar. Yazar Abdik’in yaratıcılığının zirvesi sayılan “Ölü Ara” romanını okurken, bu tür sorular sürekli olarak insanın zihnini meşgul eder, huzurunu kaçırır.
Eserin ilk satırlarında, önce kendi halinde huzurlu hayatı olan bir Kazakla karşılaşıyoruz. Gönlü zengin, insanlığı bayrak edinmiş ve bu yoldan sağa sola sapmayan Askar, yıllık okul tatil için köye gelen kardeşi Bayten’in şerefine tay kesmiş, toy yapıyor. Akraba, eş ve dostun yaşamlarını, geleneklere göre sürdüren milletin sevincine diyecek yoktur, ancak kahpe kader bir anda onlara musallat oluverir.
Feraset güneşinin üzerini, zulmün koyu sisi kaplar. Kahramanlık ve adalet bayrağını yüksekte tutan Kazakların devranı sona gelir, gelenek bozulur. İnsanlığa özgü sevgi, iman ve feraset gibi kutsal vasıfların çöpe atıldığı, sinek kanadı kadar değeri kalmayan kul kaderinin havada uçuştuğu zalim bir dönemin rüzgârı, şiddetle esmeye başlar. Akraba ilişkisindeki merhamet duygusu kaybolur; akraba samimiyetine dayalı neşe, şaka ve nazdan eser kalmaz. Bunlar artık neredeyse kavgaya neden olmaya başlar. İnsanlara özgü sevgi ve muhabbet duygusu yavaş yavaş yerini gaddarlığa bırakır. İtibar sahibi kimselerin ayaklarına çelmeler takılır. Bilenleri çekemeyenler çoğalır. Ayaklar baş olur. Kazak bozkırında insan olarak yaşamanın gerektirdiği her şeyin tükendiği, kahramanlığın yerini deliliğe, adaletinse ihanete bıraktığı, imanın değerinin beş para etmediği çetin bir dönem başlar.
Elindeki iktidar gücünden yararlanarak daha dün bir dilim ekmeği ve aynı sofrayı paylaşan akranının eline kelepçe takarak, sürgüne yollatan gaddarlık, artık büyük kahramanlık olmaya başlar bu fani dünyada. Başkasının sevdiği kızı zorbalıkla kaçırmak da yiğitlik sayılır oldu bu yalan dünyada.
Aklın ve ferasetin zulüm tarafından hapsedildiği bu geçici dönemde gaddarlık ile iyiliğin arasındaki sınırlar kaldırıldı. İnsani değerlerin bir birine karıştığı bir dönemde, zulüm ile merhametin farkını bilenler kalmış mıydı acaba? Kaldıysa da farkı kim söyleyebilir? Zulüm ve merhametin özelliği, farkı nelerdir?
Herhangi bir romanın özgünlüğünü tespit etmek için, karakterler üzerinde tek tek durmanın, onların kişiliklerini değerlendirmenin pek yararı yok. Bu yöntem yanılgıya yol açabilir, yazarın iletmek istediği mesajın derinliğini kavramada büyük bir engel oluşturabilir. Romanda, feraset savaşında yenik düşerek insanlık serüveninde yolunu kaybeden karakterler fazla olduğundan, bu tür tahlil yapmak imkânsız. Dolayısıyla bu yazımızda sadece Tölen Abdik’in vermek istediği esas fikir üzerinde durarak, elimizden geldiği kadar eserin ruhunu derinden incelemeyi, kalem ustasının hayat görüşünü ortaya çıkarmayı gaye edindik. Bugüne kadar bunun için gayret eden pek kimse olmadı, ancak yine de bir tek makaleyle karakterlerin özelliklerini ortaya çıkarabileceğimizi iddia etmiyoruz; çünkü romanda, bir birinden farklı yüzlerce karakterle ilgili görüşün ortaya çıkarılması kolay değildir. Bu yüzden yazımızda romanın ana fikrini anlatmaya, elimizden geldiği kadar yazarın hayat görüşündeki gizemi çözmeye gayret ettik.
Abdik’teki hayat görüşünün, pek kimseye benzemeyen çok gizemli bir yanı bulunmaktadır. “Ölü Ara” romanında yazarın bu özelliğini, onun mükemmel bir biçimde betimlediği Askar’ın kişiliğinde görebiliriz. Kaderin adeta bir karabulut gibi çöktüğü, insanların cehennem ateşinde kavurdukları “ölü dönemde” de sistemin gaddarlığına baş eğmeden, kişiliğinden ödün vermeden savaşmanın mümkün olabileceği, Askar karakteri üzerinden büyük bir ustalıkla betimlenmiştir.
Eserin başkahramanlarından Askar, maneviyatın zirvesine çıkmayı başarabilen birisi, ancak onun gibilerin hayatı, her zaman zorluklarla dolu olur; çünkü bu dünyada ancak pek nadir insan maneviyatın zirvesine çıkarken, kalabalık sürü ise aşağılarda kalır. Sistem sürüye hizmet eder. Dönemin yasaları da sürünün ihtiyaçlarını karşılamak üzere saltanat kurar. Bu yüzden maneviyatı güçlü insanlar ile karınca yuvası gibi kaynayan, ama cahil bir sürü… Hangi sistemde yaşarlarsa yaşasın, asla bir birleriyle anlaşamazlar, ancak, kalabalık sürünün arasında da insana özgü nitelikleri yitirmeden gururluca yaşanabilir. Askar, zaman (sistem) fırtınasının söndüremediği, zifiri karanlıkta da güneş gibi parlayan hayat ışığıdır. Onun iç çöküntüsünü hissettikçe bir yandan sürünün cahilliğine üzüntü duyar, bir diğer yandan da başkahramanın manevi derinliğini daha iyi tanımaya başlarız. Askar ve onun gibileri öldükleri an insanın içini aydınlatan, parlatan manevi yaşam ışığı da sönecektir. İşte bu ışığın azaldığı ve sönmek üzere olduğu bir anda -ki Sovyet döneminde yazılmasına rağmen- komünizmin milletimize kan kusturan gaddarlığından kahrolan yazarın, farklı karakterler aracılığıyla ilettiği kalbinin çığlığı yükselir eserin içinden.
Hatta sistemin gaddarlık sınırının had safhaya ulaştığı bir anda, eli kanlı Sovyet rejimine ateş püskürüp, lanetlemeye başlar. “Tıpkı işgalci zorba devletler gibi başkaları üzerinde hâkimiyet kurma duygusuna, insanlarda da rastlanır. İnsanlar da birbirlerini köle yapmak ister, ancak bu savaşta güçlü her zaman galip gelemez, bazen zayıflar da güçlüyü mağlup edebilir. Bu gibi durumlarda zayıfın en büyük silahı dalkavukluktur”.
Sovyet sisteminin Kazak milletine çektirdiği çilenin gerçekçi bir biçimde yansıtıldığı “Ölü Ara” romanı, XX. yüzyılın gerçeklerini anlatan kapsamlı bir epope olmanın yanı sıra edebiyatımızın değeri asla yitirilmeyecek, asla tükenmeyecek altın hazinesi olarak kalmaya devam edecektir. Romanda, özgünlüğü bakımından bir birinden farklı işlenen karakterlerin bütün dünyasını bulmak mümkündür.
Fırtınalı