“Anneee! Anneeeeee!”
Uğuldayan rüzgâr, Mir Seyit’in sesini de yutuyor. Mir Seyit’in boğuk sesi, tipiye karışıp kayboluyor. Korkuyla çıkıyor kayanın kovuğundan. Bir an önce köye varmak için karların içine atıyor kendini. Birden ayağı tökezliyor ve göğsüne kadar kara saplanıyor. Kanatları ıslanmış bir keklik gibi çırpınmaya, karın içinde debelenmeye başlıyor. Ayak parmaklarına, ellerine ılık bir su dökülüyor sonra, ısınıyor elleri ayakları. O sıcaklığı bütün vücudunu sarıyor sonra, hiç üşümüyor. Bir yaz günü, derenin kenarında çıplak ayaklarla koşuyor ve yorulup yemyeşil çimenlere uzanıyor. Ağır bir uyku basıyor gözlerini. Birden, çok uzaklardan gelen babasını fark ediyor Mir Seyit. Babası, elinde bir bisikletle ona doğru geliyor.
Kalkıyor yerinden Mir Seyit, babasına doğru koşuyor, koşuyor, koşuyor…
KARABAĞ KAÇKINLARI
Öğretmenevinin salonundan tar sesi geliyordu. Yürüsem, ana caddeye çıksam, uğultular içinde kaybolacaktı bu ses. Dalları, sokağa eğilmiş salkımsöğüdün altında durdum. Bu ses, bütün seslere hükmetti biraz sonra ve bütün sesleri tek tek sildi sokaktan. Önümde uçsuz bucaksız bir düzlük uzadı ve sisler, dumanlar içinde kayboldu şehir.
Kim bilir, hangi âşık yüreğinin yanık nağmelerini dökmüş bu tara, hangi yürek tutuşturmuştu bu nağmeleri. Bir yürek sızlaması bu ses ve binlerce feryat… Öylesine yanık, içli, ölgün öylesine bezgin, dertli… Dinledikçe, beni kendine çekti bu ses, dev bir dalga gibi yuttu beni ve ıssız bir sahile sürükledi. O sahilde bir tek ses vardı: Bu tarın sesi…
Dar sokaktan hızla geriye döndüm. O ahenkli ses, ılık bir rüzgâr gibi kuşattı tüm bedenimi, içimi delip geçti. Lodos değmiş kara döndüm, eridim. Sonra ateşler, alevler, korlar döküldü üstüme. Sesin geldiği yere doğru, bir yitiğini bulmuş gibi telaşlı adımlarla yürüdüm. Geç kalsam, çok ötelerden gelen bu ses bitecek, kaybolacak, eriyecekti. Dumanlar çekilecek, birbirine geçmiş şekilsiz, iğreti binalar, eğri büğrü yollar tekrar yığılacaktı önüme.
Basamakları ikişer ikişer çıktım, merdivenin başında durdum. Şah perdede titreyen, çırpınan bir mızrap, her makamda ayrı bir kedere batıyor, Şur, Segâh, Mugam makamında hüzünler, yürek zarında inleyen bir sese dönüyordu. Bu ses, yaylalardan ansızın inen bir sel gibi çağlayıp doldu içime. Sonra, tara eşlik eden, ince bir ses kolumdan tutup çekti. Salonun kapısına dayandım, içeri girmeye çekiniyordum.
Tar, ağır, hüzne batmış bir taksim yaptı ve bir mahnıya ses vermeye başladı. Tara eşlik eden o ince ses, tellerin yangınını, tellerde büyüyen, çoğalan hüznü söze dökmeye başladı. Tar, o sözlerin her bir hecesine eşlik ediyordu:
“Dost baaağıııııındaaa açılııııpdı güüüül, Güleee sarıııılıpdıı bülbül…”
Tar sustu. Salondan taşan yüksek ritimli bir nağara sesi, akordeonun ince, kıvrak sesine karıştı. O hüzünlü ses de coşkun bir aşk nağmesi oldu, bir çağrıya dönüştü:
“Mehribanım, Mehribaaaan gel oynaaa gül oynaaa. Gözeeel oğlan, göözel gıııız çal oyna…”
…Ve bütün sesler sustu. Bir anlık sükût kapladı salonu. Sonra, sitem dolu bir ses parçalayıp dağıttı o sükûtu:
“Olmur, e! Olmur! Olmuuuur!” Ay Özge! Bes, sen neynirsen? Oyuna hardan giripsen? Tamer! Hemişe sene demirem? Niye gızın gabağına varanda kollarını aşağı salırsan? Budu, bak, belece edeceksen.”
Kapıyı biraz daha aralayıp, ayaklarımın ucuna basarak içeri süzüldüm. Salondaki gençler pür dikkat, sitem eden sesin sahibini dinliyordu. Ufacık boylu bir adam… Sesi öyle buyurucu ki, birden “Sen ne geziyorsun burada, çık dışarı!” dese, hiç itiraz etmeden çıkıp savuşacağım. Salondaki o hüzün, o yangın, coşku, davet… Büyülü bir perdenin ardında kaldı. Salondakilerin hepsi, âdeta kendini parçalayan adamı dinliyordu. Bütün gözler ondaydı.
Sessizce çalgıcıların yanına iliştim. Akordeon çalan adam ayakta, akordeonu da boynundaydı. Nağaracı, nağarasını kucağına almış bekliyordu. Tar, onların yanındaki sandalyenin üstündeydi. Gövdesi sedef işlemeli bu tar, az önceki seslerin sahibi olmalıydı. Garip, melül, mahzun yatıyordu sandalyenin üstünde, bir uzak diyarda, gurbetteydi sanki. Galiba o ufak boylu adam çalıyordu bu tarı. Ya o hüzünle dolup sonra sokağa taşan yanık ses? Akordeoncu ve nağaracı da can kulağıyla, bu ufacık adamın söylediklerini, dinliyorlardı. Ufak boylu adam, gâh kızlara seslenip bin bir nazla, işveyle salınıyor; gâh erkeklere seslenip sert ve kıvrak hareketlerle alıcı kuşlar gibi dönüyor, kanatlanıyor, süzülüyordu. İlerlemiş yaşına rağmen işini samimiyetle, aşkla yapıyordu.
Başlarına siyah kalpaklar giymiş, deri çizmeleri diz kapaklarına kadar çıkan ve belleri hançerli delikanlılar, rengârenk ipekli şallar içinde, gözleri sürmeli, ceylan gibi genç kızlar… Hepsi bu adamın etrafında halka olmuştu.
Boylanıp bu adama baktım. Üzerinde uzunca bir ceket vardı. Ceket, adamın üstünde palto gibi duruyordu. Ceketinin kollarını, bileklerinden geriye doğru katlamıştı ama ceketin kolları hâlâ uzundu. Adam kollarını aşağı indirdiğinde birden elleri kayboluyor; bu uzun ceket, onun küçük kollarını yutuyordu. Sağ yanağında derince yara izleri vardı. Belki bu yüzden hafifçe uzattığı ve iyice ağarmış sakallarını kesmemişti. Sağ gözü, diğer gözünden epeyce iri gözüküyordu, sanki biraz dışarı doğru fırlamıştı. Beyaz saçları geriye doğru taranmıştı ve ikide bir kolunu çemreyip bir elini alnına götürüyor, saçlarını arkaya doğru sıvazlıyordu. Yüksek sesle bir şeyler anlatırken ağzının sol yanında altın bir diş parlıyordu. Bu altın diş, neredeyse siyahlaşmış, seyrek, dokunsan düşecekmiş gibi duran diğer dişlerinin arasında çok garip duruyordu. Yüzündeki ve alnındaki derin çizgiler, bu adamın dünyayı kaç yıldır adımladığından haber veriyordu.
Adam, herkesi uyarıp neler yapmaları gerektiğini bir bir anlattı:
“Yahşı? İndi baştan.” dedi yüksek sesle. Oturuşumu değiştirdim, toparlandım. Sanki bana da bir şeyler söylemişti bu adam. Sanki ben de bir şeyler yapacaktım.
Genç kızları, delikanlıları yeniden sahneye dizdi. Arkasına bakarak hızlı hızlı gelip tarı eline aldı ve oturdu. Sağa sola bir daha baktı, birden gözlerini bana dikti, bakışlarını üstümde gezdirdi bir süre. Yuvasından fırlamış iri gözünde, bir felaketin izleri vardı. İçim titredi. Sonra dönüp nağaracıya başıyla işaret etti ve tarı göğsüne bastırdı. Tara öyle bir sarıldı ki, bu adamla, bu tar arasında anlaşılmaz bir yakınlık, bir aşk, bir bağlılık vardı.
Herkes hazırdı, ben de… Nağara “düm tek, düm tek” bir ses verdi, adamın küçük elleri, tarın tellerinde dolaşmaya başladı. Akordeonun sesi çok derinden geliyordu. Yine o ağır hüzünlü parçayı terennüm etmeye başladılar.
Tar çalan adama daha yakından baktım. Dışarı doğru fırlayacakmış gibi duran gözü, boş anlamsız bakıyordu, o gözünün görmediğini fark ettim. Yakından bakınca, yüzündeki yara izlerinin çok derin olduğu anlaşılıyordu.
Sahnede ipekli giysiler içindeki kızlar, sahnenin ortasında, bir başka kızı daire içine almışlardı. Erkekler de onların çevresindeydi. Müzik başlar başlamaz kızlar, duru bir suda, kamışların arasında salınan sunalar gibi âdeta kayarak kenara çekildiler. Ortada ince, zarif, dal boylu bir kız kaldı. Birden, seri hareketlerle sahneye gelen delikanlı, o kızın etrafında dönmeye başladı. Yalvarırcasına hareketler yapan genç, bir şahin gibi kollarını