Soğuk Rüya. Avşar İmdat. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: Avşar İmdat
Издательство: Elips Kitap
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 978-625-6852-03-7
Скачать книгу
anlattım, yüzlerce emir sıraladım Seyfettin’e:

      “Yapacaksın, edeceksin, gideceksin, geleceksin, tutacaksın, atacaksın, yatacaksın, kalkacaksın! Tamam mı?”

      “Beli, beli!”

      Seyfettin kalacağı kulübeye baktı. Salman Dayı’dan kalma eski bir yorgan, tahta bir sedir, bir küçük tüp, iki bardak, isli bir tencere… Bir köşede el feneri, tornavida, yanmış elektrik sigortaları, pense, çekiç…

      Seyfettin kalacağı yeri düzenlemeye koyuldu. Ben, insanı boğan, ezen, acı acı kokan bodrum katından yukarı çıktım, derin bir nefes aldım, Kelbayı’ya “Allahaısmarladık, çocuğa yardımcı ol!” deyip işyerine doğru yürüdüm.

***

      Akşama doğru, evden aradılar.

      “Çok soğuk, kaloriferler yanmıyor, elektrikler de kesik, nerdesin?”

      Hava kararıyordu, kaloriferler çoktan yanmış olmalıydı. Acaba Seyfettin, daha ilk günden çekip gitmiş miydi? Acaba Seyfettin? İçime bir tedirginlik çöktü. Hemen arabaya binip eve geldim. Apartmanın girişinde Hacı Sevim Nene karşıladı beni, şikâyetlerini sıraladı:

      “Ay oğul, donmuşuk ahı? Niye yanmır bu viran olası kalofer?”

      “Bakarız Sevim Nene, yakarız şimdi, kapıcıyı yeni işe aldık, daha çok genç, belki yakamamıştır. Sen merak etme, hallederiz. Ben aşağı inip bir bakayım…”

      Bodruma doğru birkaç basamak indim, yoğun bir küf kokusu vurdu yüzüme. Kapıyı iteledim, gıcırdayarak açıldı. İçerisi zifiri karanlık. Bir iki basamak daha indim. Bağırdım:

      “Seyfettin! Seyfettin!”

      Ses yok. İçerde hiçbir şey çalışmıyor. Ne hidrofor sesi, ne su sesi… “Seyfettin çekip gitmiş, haklı çocuk.” dedim içimden. Burada kim kalır ki? Eve çıkıp el fenerini aldım, tekrar aşağı indim.

      “Seyfettin! Seyfettin!”

      Kalorifer kazanına doğru birkaç adım attım. Kazan yanmıyordu ama kazanın önüne odun ve kömür yığılmıştı. “Yakacakmış ama vazgeçmiş, çekip gitmiş.” dedim içimden. Kulübeye yöneldim, feneri içeri tuttum. Kimse yok. Fener ışığını sağa sola çevirip etrafıma bakarken birden yan tarafımdan can havliyle inleyen, yalvaran, boğuk bir ses geldi. Ürperdim, geri çekildim.

      “Abiii!”

      Elimdeki feneri sesin geldiği tarafa tuttum. Karanlıkta parlayan iki göz… Boylu boyunca serilmiş çocuk. Sol elini ileri uzatmış, yardım diliyor. Güçlükle “Abiii!” dedi tekrar. Yerde yatıyordu Seyfettin. Sürünerek kapıya doğru gelmek istemiş, takati bitince de öylece kalmıştı. Az önce oradan geçerken nasıl fark etmemiştim? Seyfettin’in az ilerisinde yılan gibi kıvrılmış bir elektrik kablosu duruyordu. Beynimden vurulmuşa döndüm. Seyfettin’i kucakladım, sağa sola çarparak dışarı doğru fırladım. Zavallının cılız bedeni, yarı canlı, iki büklüm sallandı omzumda. Eli yüzü, üstü başı kömür karasıydı. Sırtımdan düşmesin diye iki elinden sıkıca tuttum. Sağ elinde garip bir soğukluk vardı, yüzünün sağ tarafı büzülmüştü. Bir şeyler demek istiyor ama konuşamıyor, inliyordu:

      “Abiiii!”

      Sevim Nene: “Ay guzum buna ne olup, e?” diye dizlerine vurarak geldi. Arabanın kapısını açıp bindirdim çocuğu. Bir çuval gibi yığıldı arabaya, başını tutamıyordu, koltuğa devrildi Seyfettin. Sevim Teyze:

      “Cavan uşakdı, ay Allah sene tafşırmışam!” diye dualar döktü arkamızdan. Sevim Teyze’nin bağırtısına toplanan komşuların arasından hızla sürdüm arabayı.

      Nereliydi bu çocuk? Hangi tipi savurmuştu buralara? Nerden gelip nereye gidiyordu? Kimin nesiydi? Cavan mıydı, çocuk muydu? Anası, babası kimdi?

      Sabah dipdiri olan çocuğun şimdi yarı canlı bedeni ve bir de adı vardı: Seyfettin. Arabanın arkasında can çekişen bu yeni yetme, Allah’ım! Yaşayacak mı? İkide bir dönüp arkaya bakıyordum. İki kilometrelik yol uzadıkça uzadı. Yanlış mı gidiyordum? Hastane ne yandaydı? Bu şehir niye bu kadar değişmiş?

      Hastaneye ne zaman vardım? Seyfettin’i nasıl kucaklayıp sedyeye attım? Serumu kim taktı? Hastane niye karanlıktı, hâlâ bodrumda mıydım? Bilmiyorum.

      Nefesi tıkanıyordu, biraz sonra solunum cihazına bağladılar. Gözlerini açtı bir ara, uzaklara daldı önce, sonra, usulca kapattı gözlerini. Uyumuş muydu?

      Ayakkabılarının biri siyah, biri kahverengiydi, hastanede fark ettim. Boynunda, siyah iple bağlanmış bir muska vardı. Elleri, yüzü, üstü başı, kömür karası, Yüzü… Allah’ım bir yanağı niçin böyle küçülmüş? Sağ yanağı zayıflamış, kurumuştu sanki. Doktor, “Ceketini çıkarın!” dedi. Hemşireler ceketini çıkardılar. Ceketin iç cebinden bez bir cüzdan ve cüzdanın içinden de bir kaç kâğıt parçası ile bir fotoğraf düştü yere. Seyfettin’e benzeyen bir gencin hafifçe gülümseyen siyah beyaz fotoğrafı… Uzaklara bakıyordu fotoğraftaki genç. Uzaklara, çok uzaklara… Cüzdanı, resmi ve üstünde adresler, numaralar yazılı kâğıtları topladım.

      “Sağ yanı felç olmuş.” dedi doktor. “Şokta, kendine gelebilir ama zor…”

      Neden sonra kıpırdadı, gözlerini açtı Seyfettin. Sağ eline baktı, sağ ayağına… Gözleri yaşardı, sessizce ağladı. Sağ yanı tutmuyordu fark etti bunu.

      “Düzelecekmiş, doktor öyle söyledi.” Dedim. “Korkma!”

      “Abiii!” dedi. “Atam… Atama heber veresin!”

      “Burada mı baban! Nerede kalıyor? Eviniz nerde?”

      “Valilik yolunda… Mektebin gabağında… Yaşıl bina, zirzemi…”

      “Seyfettin, Seyfettin…”

      Duymadı. Ancak birkaç kelime konuştu, nefesi kesildi, gözleri kapandı yine. Odadan çıktım. Söylediği adresi düşünüyordum. Tarif ettiği yerde bir tane okul vardı zaten, o büyük bina olmalıydı. Arabaya doğru yürüdüm. Arkamdan bir ses:

      “Beyefendi bunun masrafları? Kaydetmemiz gerekiyor, adı soyadı ne bunun?”

      Sadece adı vardı bu çocuğun, adından başka hiçbir şeyi yok. Kendi adımı söyledim. Bir serum parasıydı hayat. Tutmayan kol, bacak, bir muayene pahası… Hemşireye kimliğimi uzattım, “Sen kaydet, ben geliyorum.” dedim.

      Sırtımda kara haberin tonlarca ağır yüküyle Seyfettin’in tarif ettiği yere geldim. Karşıma çıkan adama ne diyecektim? “Seyfettin’i elektrik çarptı, felç oldu. Zor!” Nasıl diyecektim? Ben nesi oluyordum bu insanların? Az sonra kapısını çalacağım insanlar kimdi?

      Binaya girdim, ışığı yaktım, bodruma doğru inen basamaklardan yavaş yavaş aşağı yürüdüm. Üstten sızan sular duvarlarda kireçlemiş, beton duvarlar yer yer beyazlamıştı. Aşağıda eski püskü eşyalar, karton kutular, kırık koltuklar, sandalyeler… Işık söndü, ayaklarım bir şeylere takıldı, elimi duvara sürerek ilerledim. Az ötede tahta kapının aralığından cılız bir ışık sızıyordu. Kapının önüne dikildim. Kapıyı çalmaya korkuyordum, birkaç kez elimi uzatıp vazgeçtim. Acaba geri mi dönseydim? Ya çocuk uyanmazsa? Sonra tüm cesaretimi toplayıp kapıyı çaldım.

      İçerden ayak sesleri geldi, kapı açıldı. Küçük bir kız açtı kapıyı. Odanın kapısı da açıktı ve odanın karşı duvarı görünüyordu. Kız, şaşkın şaşkın gözlerime baktı. Birden kayboldu kızın gözleri. Eli, ayağı, yüzü, tüm bedeni kayboldu. Kapıda eriyip kaybolan kızın beliği ve kurdelesi kaldı gözlerimin önünde. O anda bir kadın çıkıp geldi odadan. Esmer, zayıf