Birden, geceleri o kerpiç evin odalarına huzur veren şiirler, masallar uzaklaşıyor, kayboluyor. Ben yapayalnız kalıyorum küçük odasında o evin. Sonra, sabah oluyor. Erkenden babamın elinden tutup gidiyor ağabeyim. Gidiyor. Ben elimi hiç bırakmayan ihtiyar kadının elinden kurtulup onların ardından koşuyorum. Mavi, kırık dökük bir minibüs toz duman içinde uzaklaşıyor.
“Ağabeyim gitti! Ağabeyim gitti!” diye yerlere yatıp ağlıyorum.
O ihtiyar kadın:
“Gelecek, ağlama!” diyor, avutmaya çalışıyor beni. Ona inanmıyorum.
Anamın, babama söylediği sitem dolu sözler çınlıyor kulaklarımda:
“Parmak kadar çocuğu gurbete atıp geldin.”
Cevap vermiyor babam.
“Ağabeyim niye gelmedi?” diye soruyorum her gece. Hep aynı cevabı veriyor ihtiyar kadın:
“Yatılı okula gitti, okul bitsin gelecek. Sen yat, uyu!”
…Ve sönüyor gaz lambası. Bir hayalet gibi çıkıp gidiyor ihtiyar kadın. Karanlık kol geziyor kerpiç evin bütün odalarında. Deli poyraz durmadan uğulduyor, sarsıyor pencereleri. Yer yatağına korkuyla girip yorganı başıma kadar çekiyorum. Ağaçları kökünden söken o Dev, dişlerini çarka verip geliyor az sonra ve yatağıma eğilip camları zangırdatan sesiyle soruyor:
“Kim uyudu, kim uyanıııık!?”
Uyusam, ses vermesem beni yiyecek o Dev. Sonra iri bir ağacı kökünden söküp dişlerini kurcalayacak. Dev’in dişleri arasından, kanlar içinde kollarım, bacaklarım dökülecek bir bir.
Dev, dişlerini birbirine sürtüyor. Gök gürlüyor sanki ve yeniden soruyor:
“Kim uyudu, kim uyanıııık!?”
Titreyerek, korkarak cevap veriyorum:
“Ebe! Eller uyudu, bir ben uyanık…”
Homurdanarak gidiyor Dev.
Ben yorganın altından başımı çıkarıp gözlerimi tavana dikiyorum. Odadaki eşyalar eğilip bükülüyor, şekil değiştiriyorlar aniden. Dev’in dişleri oluyor tavanda asılı duran anadut. Ocaktaki son közler, o Dev’in kanlı ağzı…
“İnsan eti kokuyooor! İnsan eti kokuyooor!” diye üzerime yürüyor Dev’in çocukları.
Ağabeyimi arıyorum. Döşeğimin sağ yanında bir boşluk… Ellerimle yastığı yokluyorum, yüreğimi sarsan bir yalnızlık bulaşıyor ellerime. Karanlık gecelerde beni korkulardan azat eden o ses yok.
Ellerimi o kızıl saçlı ihtiyar kadının ellerinden çözüp yavaşça belletici öğretmen odasına dönüyorum. Her şey yatılı okul oluyor birden. Bütün yalnızlıklar, korkular, hasretler… Sisler, dumanlar içinde, uzak bir gurbette buğulanıyor, buğulanıyor ve odama yağıyor. Ağlıyorum.
Karanlığı parçalayan o zil sesi hâlâ kulaklarımda. Koğuşların ışığı sönünce masaya bıraktığım kitap öylece duruyor. Kitaba gönülsüzce bakıp gözlerimi pencereye; uzak karanlıklara dikiyorum. Ne o ihtiyar kadın ne kerpiç ev ne yatılı okula giden ağabeyim ne de tozlu yollarında ağlayarak kaldığım o köy… Hiç biri yok. Hepsi koyu bir karanlıkta, eski bir zamanda kaybolup gitmiş. Koğuşlardaki çocukların kardeşlerini düşünüyorum. Bedenim yüz parçaya bölünüyor o an ve tike tike savruluyorum uzak dağ köylerine.
Gökte bulut tedirgin, yerde ağaçlar… Sert bir rüzgâr esiyor. Bulutlu geceyi hafifçe aydınlatan bir dolunay var. Bulutlardan sıyrıldığı zaman, Tekelti’nin zirvesinde; sarp kayalıklarda gümüşten bir taç gibi parlıyor. Gündüzleri, kardan gelinliğinin eteklerini ovaya seren Tekelti’nin yüzüne, siyah bir duvak gibi örtülmüş bulutlar. Pansiyon binasının camlarına kadar uzanan akasyanın ince dallarını birer birer yere indiren rüzgâr, inleyen bir tar gibi, gâh segâh gâh mugâm söyleyerek geçiyor pencerelerden. Üşüyor muyum, korkuyor muyum bilmiyorum. Gövdemde buzdan bir el yürüyor. Dişlerim birbirine vuruyor, ürperiyor titriyorum. Akasyanın dalları az ötedeki küçük söğüt ağacına doğru kırılacakmış gibi eğiliyor, yaslanıyor ve tekrar doğruluyor. Ne vakit deli poyraz esse bu akasya, hep küçük söğüt ağacıyla dertleşiyor. Belki de acelesi varmış gibi dörtnala koşan ve uğuldadıkça ağaçların ince, nazik dallarını tutam tutam yolup yere yığan rüzgârdan şikâyet ediyor. Kim bilir…
Odada geziniyorum. Birkaç adımda tükeniyor oda. Bir masa, bir yatak ve dört bir yan beton… Arşın arşın uzuyor gece ve ona eşlik eden bir hüzün büyüyor durmadan. Dirhem dirhem bölüyor beni yalnızlık. Masaya yöneliyorum ve yeniden kitabın sayfalarını çeviriyorum.
Babasını özleyen bir çocuk… Koğuşlardaki çocuklara benziyor. Direne direne köyün yakınındaki yüksek bir tepeye tırmanıyor. O tepe, zirvesi karlı, gümüş taçlı Tekelti olmalı. O tepeye bin bir umutla çıkan o çocuğa koşuluyorum. Onunla birlikte kevenlere, otlara tutunarak kan ter içinde zirveye varmak, elimi gözlerime siper edip uzak ufuklara; sisler içindeki göle; o gölde yüzen beyaz gemiye bakmak, babama el sallamak istiyorum…
Yok, olmuyor. Koğuşlardaki çocuklar çekiyor arkamdan. Kim bilir onlar hangi tepelere tırmanıyor, hangi yaylalara yürüyorlar. Kalkıyorum. Dışarıda uluyan rüzgâr ayazdan diliyle yalayıp geçiyor içimi. Sızlıyor içim. Aniden bacaklarımın dermanı kesiliveriyor. Tepeye çıkamıyorum. O çocuğu, kitabın sayfaları arasın bırakıp dönüyorum. Duvardaki saate gidiyor gözlerim. Gece yarısı… Dakikalar, ağır ağır bir sonraki günden dem almaya başlıyor.
“Öğrencileri son bir kez kontrol etmek gerek” diye söylenip koğuşlara doğru ağır, yorgun adımlarla yürümeye başlıyorum.
Üst kattan, kızlar koğuşundan gelen zil sesi kadar cırtlak bir kadın sesi…
Koridorlar, anne sesine hiç benzemeyen bu sesle uyanıyor, irkiliyor sanki. Nazan Hanım’ın dişlerinin gıcırtısı bile duyuluyor. Bir dev gibi homurdanıyor. Öfke, bir çocuğun suratına çarpıyor önce, sonra boş koridorlarda yankılanıyor:
“Sus! Zırlayıp durma! Gecenin bu saatinde nerden bulayım anneni! Şimdi doğru yatağa! Yürü! Gözüme görünme bir daha! Koyun kokusu, gübre kokusu eksik burada! Uyuyamazsın tabii!”
…
Çocuk bir şeyler anlatmaya çalışıyordu belki. Nazan Hanım birkaç saniye susup yeniden bağırıyor:
“Keees! Doğru odana! Çabuk!”
Nedense, Nazan Hanım ile beni aynı güne yazıyorlar, birlikte nöbet tutuyoruz her zaman, o, kızlar katında kalıyor bir gece, ben de erkekler katında. Nedendir bilmiyorum, daha çocuklar başını yastığa koymadan yatağa atıyor kendini Nazan Hanım, uyku bir karabasan gibi çöküyor gözlerine ve ışıklar söner sönmez de uykuya dalıp gidiyor. Anlaşılan bir çocuk ağlamasıyla bölünmüş uykusu. Hiddetli, öfkeli, kızgın… Azgın sular gibi gürlüyor, köpürüyor. Çocuklar bu selin karşısına çıkmamayı öğrenene kadar birkaç kez sulara kapılıyorlar.
Nazan Hanım, sanki bana da bağırıyor, öylece donup kalıyorum bir müddet. Sesler kesilince yeniden yürüyorum. Boş, sessiz koridorda yankılan ayak seslerim, mum ışığındaki eşyaların gölgesi gibi uzuyor, büyüyor. “Tak tak…” topuk seslerim çoğalıyor karanlıkta. Vehme kapılıyorum, sanki devler geliyor arkamdan. Ve birden dönüp arkama bakıyorum. Kimsecikler yok. Korkularım dağılıyor, düşüncelerim değişiyor birden ve daha diri, daha sert adımlarla yürüyorum. On an bir hapishanedeyim, sanki bir gardiyanım…
Bu okul, bu pansiyon, bu çıplak, soğuk duvarlar ve yüzü asık gardiyanlar… Kim bilir, yarı açık