“O, köyümüzün et parçalama ustasıdır. Kendisi et parçalıyor ilerideki evde.” dedi Sadabay.
Sıcak havaların devam ettiği sonbahar mevsimi. Aladağ’ın eteği büyük bir keyif içinde uzanıyordu. Kapının önüne çıktığımda Sadabay:
“İşte Tusan.” dedi.
Eyerde dimdik oturan Tusan’cığım atıyla sokağın yokuşunu çıkıyordu. Dayı oğlu Tusan’ı görmeyeli uzun zaman olmuştu. Köyün ötesindeki çocukluğumuzun neşesi olan şu yüksek Aspankora Dağı gururlu dağ tekesi gibi mağrurlanıyordu. Yaklaştım ve sordum;
“Tusan, sen bugünlerde hiç dama oynuyor musun?”
KORKU
Kaşları çatık soğuk sonbahar mevsimi başlamıştı. Buz gibi yağmur, canları sıkıyor, odada soğuğun hâkimiyet kurmasına neden oluyordu. Genelde yığınla ortalıkta dolaşan yurt eğitmenlerinin hepsi birden, tatil izni alıp evlerine gitmişlerdi. Soba yakılmayan odada kalıp büzülüp titreyenler, öksüz çocuklar ile anne babaları yerin dibine taşınan çoban çocuklarıydı.
Oğlanlardan Abu, Rahmet ve ben, üçümüz; kızlardan ise Aynaş ve Şarbankül ikisi kalmıştık. Şarbankül, ağabeyi Jenis ile Degeres Köyü’ndendi, öksüzdürler. İki yaş büyük ağabeyi Korday’daki meslek okulunu kazanmıştı. Boru gibi upuzun tek katlı yurdun bir tarafında erkek öğrenciler, onun karşı tarafında ise kız öğrenciler kalırdı. Ortadaki küçük koridorda geceye doğru bekçi Almabek ihtiyar, ağız kısmı kırık eski siyah sobada dumanını çıkararak ateş yakardı.
Akşam yemeğinden sonra bekçi Almabek ihtiyarın yanına toplanırdık. İhtiyar, kalın ve dağınık isli sakalını sıvazlardı. Gazeteye parmak kalınlığında sarılan tütününü keyifle içine çekerdi. İlginç ve etkili bir şekilde bir şeyler anlatmakta ustaydı. Sobanın yanı sıcacıktı. Eski efsaneleri, değişik kahramanlık hikâyelerini acayip severdim. Titreten buz gibi odada oturmaktansa odun taşımaya, soba yakmaya yardım etmeyi tercih ettiğimden, Almabek ihtiyarın yanında olup onun anlattıklarını dinleyerek büyük bir keyif alırdım! Bir defasında bekçi, tütününü içip arada bir öhhüüaa diye öksürerek Karamergen’in Oğlu Joyamergen hakkında eskiden Kakpatas’ta yaşanan bir olayı her zamanki gibi dinleyeni büyüleyerek anlattıktan sonra:
“Hadi çocuklar yatın. İhtiyar adamın boş sözleri bitmez hiç. Hoppala şuna bak, Abu mışıl mışıl uyuyakalmış bile. Yatağa yavrularım.” deyince iki kız kendi odalarına gitti. Biz de buz gibi soğuk yatağımızı ısıtamayıp giden çocukların battaniyelerini üstümüze kat kat örterek yattık. Vücudumun titremesinden gözlerimi kapatamıyordum. Bekçi, öhhüüaa diye öksüre tıksıra dış kapının sürgüsünü çekti ve bizim odamıza gelerek gaz lambası ile bir kez baktıktan sonra çıkıp yerine geçti. Biraz sonra ihtiyarın horlaması duyuldu.
O yıl okulu bitiriyordum. Aynaş ile Şarbankül bizden bir alt sınıfta okuyorlardı. Şarbankül’ün ağabeyi Jenis’le ikimiz dosttuk. Benden iki yaş kadar büyük olmasına rağmen birbirimizi iyi anlardık, sırlarımızı paylaşırdık. Şarbankül, yatılı okulda kalmıştı. Sarışın ve biraz kilolu kızın altın gibi parlayan saçları ne kadar güzeldi. Saçlarını bazen kalın bir örgü, bazen de iki örgü yapıp bıraktığında, açık kumral sırtında büyülü dünya nazlanarak gidiyor gibi gelirdi. Çekici olan sadece saçı değildi. Kendisi aynı dolun ay gibi açık kızıl tenli, güzel kalın kaşlı, dışa çıkık dolgun dudaklı, ince ve güzel burunlu bir kızdı. Hacimli kâkülü de kendisine çok yakışırdı. Gülümsediğinde sağ yanağının uç kısmında meydana gelen çukuru hiçbir kızda yoktu muhtemelen! Ya gözleri, gözleri berrak su gibi pak, temiz ve acayip gizemliydi. Bazen üzülüyor muydu ne? Utandığında yanakları kızarırdı, böylece daha da güzelleşirdi. Bizim taraflarda sonbahar geldiğinde elma yetiştiricileri aport7 elmalarını toplarlardı. İşte o güneşte olgunlaşan, küçük çocuğun başı kadar olan kıpkırmızı aport elmaya bak da Şarbankül’ün yüzünü görmüş ol! Büyüyüp genç kız olan güzel, ne giyerse giysin yakışırdı. Onun öyle renklendiğini gördüklerinde delikanlıların tamamı, olgun adamlar bile, ağızlarını açıp hayretler içinde bakakalırlardı.
Korday’a meslek okuluna giden ağabeyi, Şarbankül’ü bana emanet edip tekrar tekrar tembihlerken:
“Nariman, sen çok akıllı bir delikanlısın. İkimiz dostuz. Annem ve babamı kaybettiğimizde kardeşim çok küçüktü. Annemle babamın ruhu huzurunda onu üzmeden büyüteceğime söz vermiştim. Artık sana emanet, kardeşime göz kulak ol.” dediğinde başımı sallamıştım durmadan. Ağabeyi sık sık mektup yazarak haberini alıyordu. Ben de Şarbankül’e gözüm gibi bakardım, ona göz koyan oğlanlardan her şekilde korurdum.
Bana dayanarak koluma girmesi, melek gibi gülümsemesi, nazlanması ne kadar güzeldi! Kulağıma fısıldayarak katıla katıla gülerdi. O bana bir şeyler anlattığında delikanlıların tamamının kıskanmaları ne kadar güzeldi.
O gün şiddetli bir fırtına kopmuş, pencerenin camları çıtırdamıştı. Ardından rüzgâr esip şıkır şıkır yağmur yağmaya başlamıştı. Etrafı sarıya boyayan sonbahar geleli beri gökyüzü put kesilip bir damla damlatmamış, her yer toz içinde kalarak köylüler gökyüzüne yalvararak bakmıştı.
Şu yağışlı soğuk sonbaharda ta Kanşengel’in de ilerisindeki yoğun kumun ortasında koyunlara bakan annemle babam ne yapıyordu acaba? Onlara karşı duyduğum özlemden kalbim sızlıyordu. Küçücük kız kardeşlerim nasıl olmuşlardı acaba? Tatlı tatlı konuşmaya başlamışlardı muhtemelen. Çobanlar bütün yazı yaylada geçirirler ve sonbahara doğru aşağı tarafa, ta uzaklardaki kıvrım kıvrım yoğun kızıl kumun içine taşınırlardı. Onların yanlarına sadece kış tatilinde, yılbaşında gidebilirdim. İşte Azrail gibi kış yaklaşıyordu. Ayaklarımda çizme, üstümde palto, başımda kışlık şapka yoktu henüz. Babamlar para göndereceklerini söylemişlerdi, bekleye bekleye gözlerim yollarda kalmıştı. Hâlâ yazlık kıyafetlerle tir tir titreyip donuyordum. Kimsesiz çocuklara okuldan güzlük, kışlık kıyafetler paylaştırmışlardı. Onlar, sıcak kıyafetlerle daha iyiydiler. Benim yazlık ayakkabımın ince tabanından ısıran soğuk, beynime vuruyordu resmen. İşte yağmur da yağıyordu, ne yapacaktım? Bir tarafa çekince diğer tarafı eksik bırakan sıkıntılı yalan yaşam seni! Babam, o kadar emek vermesine rağmen, kolhoza olan borcundan dolayı batmış durumdaydı. Alnına her bakımdan tam sefillik yazılmıştı, yaşamı fakirlik içinde geçmekteydi. Yatılı okula giden delikanlı oğluna kıyafet alamamak ne kadar acıklı bir şey!
Hey gidi alev alev yanan çocukluk ve gençlik dönemim! Zehre bandırılmış çiçek gibi neşesiz, ezik ömrüm, hüzünle ve için için ağlamakla geçiyordu. Yoksulluk içindeki o günlerim aklıma geldikçe hâlâ kaburgalarıma kadar soğuk yemiş gibi oluyorum. İki ayağım buz içinde kalmış bir durumda hissediyorum kendimi.
Üzüntü ve kızgınlık içinde yatarken, yağmur diner gibi olmuştu, gözlerim kapanıvermiş, çok karışık bir rüya gördüm. Yegizbay dedemin erkek devesinin üzerindeydim. Hayvanın uzun tüyleri bulut gibi, kendisi de dağ gibiydi. Devenin yavruları da peşimize takılmıştı. Kışisaz’da dolaşıyordum.
“Nariman aslanım, şu beyaz deve yavrularından birine ay biçimindeki damgayı vuracağım.” diyordu tüm Aytek’in bilge aksakalı. “Dur bakalım, çok geçmeden büyürsün oğlum! Üzülme, kızma! Daha rahatlayacaksın. Al götür, hediye olarak aldığın hayvanı!” diyerek bir tane bembeyaz deve yavrusunu bana verdi. Ben de heyecan ve sevinçten