“Ağabeyciğim, o gelsin, geleceğini söyleyin. Köleniz olayım!” diye silkelemeye başladı.
“Bilmiyorum kızım. Bıraksana, midem bulanıyor.”
Otobüsten iner inmez arkama dönüp baktım. Genç kadın, yüzünü cama dayamış bir şeyler söylüyordu. Yediklerim ağzıma gelmişti, midem bulanıyordu. Kafam zonklarken, duraktaki direğe dayanarak ayakta zor durabildim. Koca göbekli kırmızı otobüs, dumanını kustuktan sonra soluk soluğa yoluna devam etti.
İki-üç gün boyunca ateşim yükseldi, yediklerim geri çıktı, sürekli mide bulantısı çektim. İç organlarım olduğu gibi ağzıma gelmişti sanki. Burnumdan esrar kokusu gitmek bilmiyordu, bir türlü kendime gelemiyordum.
İki-üç gün boyunca televizyondan Şu bölgesinde büyük bir esrar grubunun yakalandığı haberi yayınlandı tekrar tekrar. Alaca çuvalı sırtına almış, çökük ve zayıf yüzlü, gözleri parlayan, bir deri bir kemik Jorik’i hemen tanıdım.
“Hey bedbaht, hey zavallı genç!”
BEYAZ PERDE
Yoğun bakım ünitesi, ölüm ile yaşam arasındaki savaş alanına benzer. Bu ünite odasında kalan hastaların da bu dünya ile öbür dünya arasındaki sınırda bulunduklarını düşünmeliyiz. İki kişilik odada uzun boylu, saçları erken ağarmış, sivri burunlu oda arkadaşım hüzünlü bir şekilde yatıyordu. Sadece arada bir, of diye göğsünü parçalarcasına derin bir nefes alıyordu. Ayağa kalkıp dolaşamayınca sıkılmıştım. Oda arkadaşımla konuşarak zaman geçirmek istemiştim. İhsas ederek onu konuşmaya çekmeye çalışıp doğru dürüst cevap alamayınca, sıkılıp yorulmuştum. Ancak üçüncü gün sırık gibi uzun boynunu kaldırıp yatağında dizlerinin üstüne oturdu. Gözlerime ilk ilişenler, hızla aşağı yukarı hareket eden boğazı, kat kat olan cildi ve biçimsiz uzun boynu oldu.
Konuşurken ipince parmakları durmadan hareket ediyordu, iki avucunu ovalayıp duruyordu. Oda arkadaşımın adı Amir’miş. Koskoca bir bakanmış. Ben de pek çok yazardan biriydim. O gün konuşmaya istekli görünüyordu.
“Senin kalbin neden rahatsız?” dedi.
Bir yaş büyük olmasından istifade ederek, resmiyeti kaldırmış, hemen ‘sen’e geçmişti.
“Küçücükken öksüz kaldık… Gülle gibi sıkıntıların hepsi tek kalbe baskı yapmıştır.”
“Hımmm…” Durmadan çıtlattığı parmakları nereye koyacağını bilmiyordu sanki. “Kalbim beni bir kere bile rahatsız etmiş değildir.” Kıs kıs güldü. “Ben genel olarak hastalık nedir bilmeden büyümüş bir insanım. Buna inanır mısın? Annem ve babam sağlar, altı kardeşimin hepsi önemli görevlerde çalışır.”
Ben oda arkadaşıma kıskançlıkla baktım. Bir insanın nasıl olur da her şeyi tam olurdu, bir insana nasıl da döke saça her şey verilirdi. Önünde annesi ile babası, ağabeyi ile ablası, arkasında kalabalık kardeşleri olanları gördüğümde yalnızlığım ve öksüz oluşum aklıma gelir, yüreğim yanmaya başlardı ya… İşte, kimi insanlar hastanenin ne olduğunu bilmeden büyürken, benim şu kemiği açılmış beyin gibi olan güzelim ürkek kalbim, çarparak ağzımdan fırlayacak gibi oluyordu. Yılda birkaç defa, ister istemez hastaneye yatıyordum. Cebimde ilacım eksik olmazdı, azıcık yorulup takatim kesildiğinde, hastalıklı kalbim kafese atılan aslan gibi göğsümü parçalarcasına içeriden vurmaya başlardı. Kurşun yemiş yaralı hayvan misali, yarı baygın bir hâlde yaşamaya ne kadar devam edeceğimi kim bilebilirdi? Yaradan Allah’a yalvararak ondan istediğim tek şey çocuklarımın aynı sıkıntıyı çekmemeleri, kimsesizlik, yoksulluk derdine maruz kalmamalarıydı.
“Beni hasta eden ne biliyor musun? Aşk!” dedi oda arkadaşım beklenmedik bir anda.
Düşüncelere dalmıştım, aniden kendime geldim.
“Neden gülüyorsun, inanmıyor musun?” diye sordu.
İstemeden kulaklarıma doğru yayılan dudaklarımı hemen toparladım. Kimi canının derdindedir, kimi de malının. Üç gün boyunca ağzından doğru dürüst kelime çıkaramadığım oda arkadaşıma ilgi gösterip başımı kaldırdım ve dik oturup dinleme isteğinde bulundum.
“Sen gül, gül. Evet, beni hasta eden aşktır! Aşk denen şeyin böyle bir zehir olduğunu kim bilebilir ki? Ooof! Dinle, yoksa her an patlayabilirim. Ben otuz yaşıma kadar hiç evlenmedim, bekâr kaldım. Yiyecek, giyecek sıkıntım yoktu. Her şey vardı, her şey yeterli idi. Ancak kız konusunda pek şanslı değildim, kimilerini ben beğenmedim, kimileri de beni beğenmedi. Öyle zaman geçerken akranlarımın hepsi evli barklı oldu, tek bekâr ben kaldım. Üniversiteyi bitirmiştim, çok da güzel işim vardı. Hayatı boyunca kadın cinsine yaklaşmayan erkek, yaşı ilerledikçe çekingenlik gibi kötü bir alışkanlık edinir, kendi kendinden şüphelenmeye başlarmış. Öyle derken kızın birine deli gibi âşık oldum. Adı ne kadar güzel, Aydolu! O zamanlar liseyi bitirenlerin tamamen çiftliğe, koyun bakmaya gitme modası vardı. Bu modanın da tam zirvede olduğu dönemdi. Aydolu da çiftlikte süt sağardı. Gencecik, on yedisini yeni doldurmuş çok güzel bir kızdı. Of! Ben, İlçe Komsomol Komitesi Sekreteriydim. Komsomol gençlerden kurulan ekiplerin çalışmasına bakmak için sık sık çiftliğe gittiğimden kızı iyice tanıma fırsatım oldu. Babası çobandı, kendi de çok sade bir kızdı. Hep ‘siz’ diye kibarca konuşurdu.
Bütün kış çiftliğe gide gele epey cesaret toplamıştım. Kucağıma alıp sarıldığımda saf saf, uslu uslu bir oturuşu vardı! Küçük çocuk gibi her şeye hemen inanıverirdi! Onun için bu dünyada benden daha eğitimli, daha bilgili kimse yoktu. Benden gözünü almadan uzun uzun bakması, her söylediğime hayret edip hayranlık duyması… Her görüştüğümde değişik değişik şeyler anlatırdım. Bende yüksek makam aşkı da vardı. Falanca başkanla birlikteydik, filanca kişiyle konuştum diye övünürdüm!
Eh Aydolu, eh! Sonunda ilkbahara doğru evine gittim. Annesi ile babası, Serektas denen yere yaylaya taşınmışlardı. Güney tarafı kırmızı taşlarla dolu dar boğaz, kuzey tarafı ise yavşan otu yetişen bir bölgeydi. Bir köşeye diktikleri keçe bir evde oturuyorlardı. 1 Mayıs bayramı kutlamaları bittikten sonra Genel Sekreter’in arabasını isteyip yola çıktık. Aydolu önceden söylemiş olmalı ki, annesi güler yüzle karşıladı. Ancak babası ağzını açıp bir kelime demedi, selamlaşırken dudaklarını hareket ettirmekle yetindi. Bir koyunu hızlıca kesiverip etlerini parçaladıktan sonra otlağa gitti. Annesi yemek yaparken bana bir şeyler sorunca Aydolu:
“Anne rahat bıraksana, utanmasın.” diye bir annesine, bir bana nazlı nazlı baktı.
Annesini hemen beğendim. Güzel annesi, çok mutlu görünüyordu. Of! Aydolu’nun annesinden bir şey gizlemediği belli oluyordu, anlaşılan birbiriyle açık konuşuyorlardı.
“Nasip olursa annemle babam istemeye gelecek, bu ayın sonunda evlenmeyi düşünüyoruz.” dedim.
Kavurma yedikten sonra yeşil alana, koyunların otlandıkları bölgeye çıktım. Kuzuları ayrı tutma zamanı bitmişti. Koyunlarla kuzular birlikte otlanıyordu. Her taraftan kuzu ve koyun melemesi duyuluyordu, hoş ve ilginç bir ortamdı. Hava da çok güzeldi, insanı güzelce sallayan hafif ve ılık bir rüzgâr esiyordu. Taşların arasından ve sert toprak tabakasından göz taşı gibi biten yavşan otu görünüyordu orada burada. Koklayınca da kokusu baş döndürüyordu. İnsanı rahatlatan güzel bir ortamdı. Pır pır uçan kuşların sesleri ne kadar hoştu!
Kızın babası, benim müstakbel kayınpederim, ilkbaharın güzel ve ılık havasına rağmen kalın giyinmişti, kafasından