Kuş Kanadı. Nağaşıbek Kapalbekulı. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: Nağaşıbek Kapalbekulı
Издательство: Elips Kitap
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 978-625-6852-04-4
Скачать книгу
üzerine yan yatıp dama oynamaya başladık. Şu uzaktaki kumlar arasındaki dört sınıflık eğitimi olan Tusan’ı kendime eşit kabul etmemiştim. Rast gele hareket etmiş, üç defa üç taşımı birden yedirerek çok kötü yenilmiştim. Yatılı okulun herkesi geride bırakan başarılı öğrencisi, okul kurulunun başkanı, dama şampiyonu olan ben, böyle kolayca yenildiğim için çok utanarak, taşları tekrar dizmeye başladım.

      İkinci defada da çok kötü bir şekilde yenildim, hemen peşinden üçüncü mağlubiyetim geldi. O ise yendikçe neşeleniyordu. Azı dişlerine kadar göstererek kahkaha atıyordu. Sinirlenerek tüm taktikleri kullanmaya başlamıştım. Ancak nafile… İki-üç hamle yapmadan hepsini anladı, önümü engelleyerek darbe indirdi.

      “Hey kahrolası Tusan! Ahmak! Nereye kayboldun? Şu çenesi kenetlenesi küçük ağlıyor!” diye bağıran annesinin sesini duyar duymaz keyfi yerinde oturan Tusan’ın rengi kaçtı. Çocuk yerinden fırladı. Alelacele damasını toplayıp çuvala koyarak ot yığınlarının arasına sokuverdi.

      “Hadi gidiyorum!”

      “Bir oyun daha oynasaydık!”

      “Yarın aynı saatlerde! Tamam mı?” diyerek otları kızağa yükledi, karnı şişmiş öküzüne “ıhı!” ederek aceleyle uzaklaştı.

      Hıncımı ot yığınlarından aldım. Tozu kaldırarak sağa sola dağıttım güzelce. Bugüne kadar beni kimse geçmemişti. Birinci sınıftan onuncu sınıfa kadar sadece takdir kazanan, herkesin önünde giden Kapsalov bugün nasıl olur da tekme yerdi? Benimle eşit güçte biri olsa neyse, kelimeleri heceleyerek zor okuyan çocuğa yenilmiştim. Evindekilere övüneceğini düşündükçe çıldırıyordum. Duyanlar ne diyecekti? Rezaletti! Ertesi günkü oyuna kadar sinirlerimi yatıştıramadım. Gururuma o kadar dokunmuştu ki, patlayacak gibi olup ot taşımaya erken çıkmıştım. Ancak Tusan’ın işi uzun sürdü. Koşa koşa evine bir giriyor, bir çıkıyor, arada bir ahıra gidiyor, hayvanları su içirmeye götürüyordu. Öylece evin yoğun işlerini öğleye doğru ancak bitirebildi. Ben ise, tek başıma dama taşlarını tahtaya dizmiş, taktik düşünüyordum.

      “Gel büyük usta!” dedim yaklaştığında.

      “Benim adım Tusan, gerçek adım Turmagambet. ‘Rüstem Destan’ı yazan bir şairin adıymış. Ona benzeterek koymuşlar.”

      “Evet Tusan, Turmagambet! Bugün gücünü bir göster bakayım.” diye ilk hareketi yaptım.

      Allah, Allah! Ben bin düşünüyor, kafamı epey yorarak taşı zar zor hareket ettiriyordum. O ise anında tak tak diye ilerliyor, kahkahalar atıyordu. Yüksek sesle güldüğünde dertleri kayboluyor, gözleri ışık saçıp yüzüne kan geliyordu. Neşesinden büyük keyif aldığı belli oluyordu. Ne kadar oynasak da hep kaybettim. Çok üzülmüş, sinirlenmiş olmalıyım.

      “Al işte eşit olduk!” diyerek yerinden kalktı.

      Benim gözlerime bakıp özellikle eşit olmamızı sağladı. İlginç olanı her gün öğleye doğru dama oynamamız olmuştu. Evinden annesinin kızgın ve acı bağırmaları duyulana kadar oyunu bırakmıyorduk. Onun kahkahaları, çocuksu güzel gülüşleri ayazlı bölgede sık sık yankılanır olmuştu. Saf ve pak gülüşler… Zafer gülüşleri… Neşeli gülüşler… Çok mutlu olarak kalkıp giderdi. Kaşlarımı çatıp üzgün üzgün dönerdim ben de evime.

      Bazen ağır işleri yaparken de ondan geri kalmamaya çalışırdım. Kendimce onunla yarışmak isterdim. Yapılı ve tıknaz çocuk, yorulmak nedir bilmezdi. Ben ise arık ve bitkin at gibi ter içinde nefes nefese kalır, kızarır, bozarır ve yorulurdum. Tatil bitene kadar onunla dama oynadım. Bir kez bile yenemedim. İki hamle yaptırmadan yakalar, tak tuk diye taşlarımı yiyiverirdi.

      Bazen hayvanları suvarmaya birlikte giderdik. Ondan daha bilgili olduğumu sergilemek için kahramanlık destanlarından alıntılar anlatırdım.

      “Kaysar sen biliyor musun? Rüstem Bahadır neden oğluyla savaşır, neden teke tek dövüşür?” dedi.

      “Hangi Rüstem?”

      “Rüstem destanı var ya. Bizim evde kitabı var. Babam her akşam yemekten sonra sesli okur. Okuyup bitirince tekrar baştan başlar. Yanında oturup bazı yerlerini ezberledim bile.”

      “Hadi okusana.”

      Sağ kolunu sallayarak sesini değişik değişik çıkarmaya başlamıştı; bir bahadır, bir düşman gibi oluyordu. Rüstem bahadır hakkındaki destanı etkili bir biçimde okudu.

      İçimden, “Hayda şuna bak!” diyerek ağzım açık, hayretler içinde dinledim kendisini.

      Doğrusunu söylemem gerekirse, “Rüstem Destan”ı adlı bir karışlık kalınlıktaki kitabı görmüşlüğüm vardı, ancak okumamıştım. Kırağı ile gömülmüş yoğun kamışlı, parlak buz ile örtülü Kızılsay adlı küçük ırmağın kenarında o, destanı uzun çok uzuuun anlattı. “Gider gitmez o kitabı bulup derhâl okumalıyım! Ne muhteşem!” dedim kendi kendime.

      “Keşke Rüstem gibi bahadır olsam!” dedi o parlak buzu çatır çatır oyarken.

      Çobanların çocukları her zaman hayalci olurmuş. Ben de bazen şu aydınlık dünyaya bakıp hayallere kapılırdım. Öğleden sonra sıra dama oyununa gelirdi. Sürekli yenilmekten olmalı ki canım sıkılmaya başlamıştı. Ancak inatçı huyum üstün geliyordu.

      “Hey soğan gibi soluyası haylazlar!” diyen Tusan’ın annesinin geldiğini fark etmemişiz bile. Annesi tir tir titriyor, sesi ise zor çıkıyordu. “Anjinim tuttu, ateşim yükseldi, ölmek üzereyim! Allah ölümünü gösteresi Tusan! Sen buradaymışsın. Oyunun batsın inşallah!” diyerek tahta ile dama taşlarını hızla çekip aldı. “Hadi eve lanet olası!” diyerek elindeki kırbacı ikincinsinde de geçiriverdi.

      Tusan, tüm hızıyla koşarak uzaklaştı. Akşam koyunları karşılamak için çıktığımda Tusan’a rastladım.

      “Dama taşlarını tahtası ile birlikte sobaya attı.” dedi.

      “Ne zaman oynayabiliriz?”

      “Önemli değil. Bir çayın kâğıt ambalajını saklamıştım. Ondan yaparım. Yarın öğleye hazır olur. Sen babama ‘Kahramanlık Destanları’ adlı kitabı bulsana. Biliyor musun okumayı aşırı seviyor. Anneme kızma, biliyorsun hasta. Uyurken iki göğsüne yılan sarılmasından uyanmış ve korkusundan hiç hareket edemeyip donakalmış. Babam yetişmiş de yılanı kaptığı gibi dışarı atmış. Annem o gün bu gündür ürkme hastalığına yakalandı. Sekiz aylık bebeği ölü olarak doğdu, bin çeşit hastalık edindi. Her yıl doğum yapar, ancak yürümeye bile gücü yok. Ben olmazsam ölür. Biliyor musun beni ölesiye sever. Ben uykudayken sarılıp öper, başımı sıvazlayıp ‘Aslanım Tusan’cığım benim, yazık oldu sana, günahını aldım. Okutamadım seni. Okutamadım.’ diye ağladığında gözyaşları yüzüme damlar. Uyanık da olsam uyuyormuş gibi yatmaya devam ederim. Hastalık yordu, bitirdi. Allah’tan hep iyileşmesini dilerim.”

      Onun büyük gözleri yaşla dolmuştu. Ağladığını göstermemek için, arkasını dönüp uzaklaştı. Giderken çöken omuzları sarsılıyordu.

      “Tusan, sana ilkbahar tatilinde yepyeni dama getireceğim!” dedim arkasından.

      O, duymazlıktan geldi, dönüp bakmadı. Boğazım düğümlenerek ben de hıçkıra hıçkıra ağladım kendi kendime. Geceleyin öğrencileri toplayan Poltara İvan isimli iri yapılı sarışın şoförün arabasına binip köyün, yatılı okulun yolunu tuttum.

* * *

      İlkbahar tatilinde getirdiğim yepyeni damamı gören annem:

      “Aşimhan abim çok zor durumda.