Biraz sonra, gerçekten de, teşkilatın lideri Gazanfer Reis, kaşağılanmış doru tüyleri alev gibi parlayan bu soylu atın, ipekten yelesini okşamaya başladı ve sonra ayağının birini üzengiye basarak, bir alıcı kuş çevikliği ile sıçrayıp atın eğeri üstüne kondu.
Peeeh! Peeeh! Gören maşallah desin! Eğer mümkün olsa, Gazanfer Reis, zamanın çarkını çok değil, yüz, yüz elli yıl geriye döndürebilse, atın üstündeki bu haşmeti ile, Gazanfer Reis değil, “Gazanfer Han” olurdu. O zaman, ne yapacağını da cümle aleme gösterirdi elbette. Gazanfer Reisin bütün vücudunda ince bir sızı dolaştı. O an, başında hanlara layık işlemeli demir bir tolga, sırtında savaş kaftanı, kollarında kolçak, belinde altın kemer, bir elinde kalkan, bir elinde kılıç varmış gibi bir duyguya kapıldı. Atın üstünde seyre daldığı bomboş düzlükleri, savaş meydanına benzetti. Aah! Bu akıp giden devranı geriye döndürebilse, şimdi atını nasıl da şaha kaldırıp kişnetir; emrindeki askerlere nasıl da emirler yağdırırdı…
Gazanfer Reisin hayalleri, ani bir sesle ikiye bölündü. Cep telefonunda, Üzeyir Hacıbeyli’nin Köroğlu üvertürü, gümbür gümbür çalmaya başladı… Telefonunu çıkarıp ekrana baktığında, bıyığının altından gülümsedi. Arayan, kızı Günel’di. Günel henüz onbeş yaşına yeni basmışsa da; söz konusu vatan olunca, yaşı başı kemale ermiş insanlardan; hatta babasından bile geri kalmazdı. Babasının izine basarak büyüyordu. Günel de “Gayret” teşkilatının tertiplediği bütün toplantı ve gösteri yürüyüşlerine canla, başla katılıyordu ama önceki günkü gösteriler esnasında ayağı burkulup şiştiğinden dolayı bu yürüyüşe gelememişti. Ancak yürüyüş esnasında babasının gönlünü çoşturmak için; onun cep telefonundaki, sıradan çağrı zili yerine Üzeyir Hacıbeyli’nin ihtişamlı Köroğlu üvertürünü yüklemişti. Köroğlu üvertürünü dinleyince, babasının damarlarındaki kanın nasıl tazyikle dolaştığını çok iyi biliyordu. Cep telefonundan, Köroğlu üvertürü bir cenk havası gibi başlayınca, Gazanfer Reis sağa sola bakınıp gerindi, gülümsedi. Üzeyir Hacıbeyli’nin bu muhteşem bestesi, bir anda Gazanfer Reisin kanını coşturmasına coşturdu, ama nedense, cengaver ruhlu hayallerini deli bir rüzgara verip onu tekrar bu güne getirdi. Telefonun sesiyle, sanki derin bir uykudan uyanmıştı. Telefonu sessize aldı ve birdenbire silkinip kendine geldi, çevresine göz gezdirdi. Liderin, at sırtında bir heykel gibi kıpırdamadan duruşunu izleyen teşkilat üyelerine dönerek:
“Son toplantımızda karar aldığımız gibi, bu gün ne pahasına olursa olsun, sınır hattını geçip Şuşa’ya yürüyeceğiz! Hiç kimseden ve hiçbir şeyden korkmadığımızı, bütün dünyaya göstereceğiz! Artık bıçak kemiğe dayandı. Madem ki öleceğiz, ha yorganda ha urganda ölmüşüz, ne fark eder? “Gayret” teşkilatı olarak, Karabağ’ın kurtuluşunun bizim elimizde olduğunu defalarca beyan ettik. Ermenilerin ve onların destekçilerinin, bizim kan ile yıkayarak vatan ettiğimiz bu toprakları kayıtsız şartsız terk etmeleri konusunda Birleşmiş Milletler Teşkilatının dört ayrı kararnamesini cebimizde gezdirmekten artık yorulduk. O dört ayrı kararnamenin her biri, bir değirmen taşı gibi boynumuza asıldı. Artık bu yükü taşımaya ne sabrımız var ne de gücümüz! Karabağ meselesini B.M.T ve A.G.İ.K gibi taraflı örgütler çözemez! Bu güne kadar, nice barış elçisi gâh Revan’a gâh Bakü’ye… gidip gidip geldiler. Peki, sonuç ne oldu? Bu barış elçilerinin bize bir faydası dokundu mu? Hayır! Karabağ adını ne zaman duysalar, Moskova’yı da Paris’i de Vaşington’u da bir kaşınma tutuyor. Tıslaya tıslaya konuşuyorlar; gâh nalına gâh mıhına vuruyorlar. Ne ise… Ben, Karabağ meselesinden söz açılınca, içime dolan zehiri dökmeden rahat edemiyorum ama şimdi bunları konuşmanın sırası değil. Ne bir eksik ne bir fazla konuşmak istiyorum. Kısacası biz, bu günkü yürüyüş eylemimizle, halkımızı ayağa kaldırmalıyız. Ölmek var, dönmek yok!
Gazanfer Reis konuşmasına ara verip teşkilat üyelerine şöyle bir süzdü. Sanki aradığını bulamamış gibiydi. Atlardan birinin yanında bekleyen genç yardımcısı Garipağa’ya sordu:
“Garipağa, Elmas ile Naile niye ortalarda yok?”
Garipağa cevap verdi:
“Onlar arabada, bilgisayarların başındalar. Şuşa’ya yürüyüşümüz ile ilgili haberleri, internet sitelerine göndermek için durmadan çalışıyorlar.”
Gazanfer Reis atın üstünden, siyah renkli dört çeker cibine doğru baktı. Gerçekten de Elmas ile Naile arka koltuğa oturmuşlar, gözlerinin bilgisayarlardan hiç ayırmadan, ajanslara yürüyüş ile ilgili haberleri geçiyorlardı. Gazanfer Reis, işlerin yolunda gittiğini düşünüp hafiften gülümsedi ve sözlerine devam etti:
“Biraz sonra, dünyanın bütün haber ajansları, bizim eylemimizden haberdar olacak. O zaman, karşı taraf da bizden çekinecek. Biz, kendi ata yurdumuza gidiyoruz. Hiç kimse bizi kınayamaz, bizi bu yoldan geriye çeviremez! Herkes görev yerine dönsün! Beş dakika sonra kutlu yürüyüşümüze başlıyoruz!”
Az sonra, üstünde “Karabağ’a özgürlük,” “Herkes Şuşa’ya!”, “Gazamız mübarek olsun!” sloganları yazılı levhalar, üç renkli ay yıldızlı bayraklar ile “Gayret” teşkilatının flamaları havaya yükseldi, sonra büyük bir gürültü koptu… Diğer üç ata da binici bulunmuştu! Teşkilat başkanı Gazanfer Reis, atın üstünde bir heykel gibi hareketsiz, mağrurdu ve en önde gidiyordu. Onun arkasından gelen ve yan yana ilerleyen diğer üç atlı, kameralar karşısında başlarını göğe erecekmiş gibi dik tutuyorlardı! Yürüyüşçüler, ayaklarını toprağa büyük bir kararlılıkla basarak ilerleriyorlar ve slogan atmaya hazırlanıyorlardı. Borazancıbaşı, ara sıra borazana üflüyor, kalabalığı coşturmaya çalışıyordu.
Biraz ötede ise, içerisinde Elmas ile Naile’nin oturduğu otomobilden başka hepsi boş olan arabalar arka arkaya dizilmişti. Arabalar sanki tosbağa gibi sürünerek eylemcileri ihtişamlı göstermeye çalışıyorlardı. Bu kutlu yürüyüşü seyre gelenler de kalabalığın arkasına takıldılar.
Eylemciler destesi, sınıra doğru biraz ilerlemişlerdi ki, birdenbire siren sesleri yükseldi. Polis arabaları canavar düdüklerini öttürerek uluya uluya, toz duman içinde hadise yerine ulaştılar. Polisler, bir uğultuyla arabalardan inip yürüyüşçülerin önüne dikildiler ve yolu kestiler. Polisler yürüyüşçüleri çembere alınca bir arbede başladı ki, görülmeye değer… Ağızlardan çıkanı kulaklar duymuyordu. Polislerin ansızın gelişi eylemcileri iyiden iyiye coşturmuştu. Polis eylemcilerin önüne barikat kursa da, onların gözlerinin içi gülüyordu. Belki de bu anı bekliyorlar; kendilerini gösterecek yetkili bir adam arıyorlardı ve sonunda fark edilmişlerdi. Lehte ya da aleyhte, eylemcilere karşı nasıl bir müdahele olursa olsun, bu müdahale eylemcileri coşturmaya yetti. Bir siyasetçi için dikkat merkezinde olmaktan daha güzel ne olabilirdi ki? Polisin gelişi, her bir eylemcinin yüreğindeki yangını büyüttü, kendine güven duygusunu artırdı…
Güvenlik güçlerinin gelmesiyle Gazanfer Reisin yüreğinde de sanki bir toy başlamıştı. Bu çok önemli bir hadiseydi. Güvenlik güçleri, onu adam yerine koyup bir siyasi taraf gibi kabul etmişler ve onu engellemeye çalışyorlardı. Gazenfer Reis, hiç şüphesiz, uhdesine aldığı bu yüksek sorumluluğu, şimdi daha derinden hissediyordu. Riske girip bu kadar adamın önüne düşmek, önüne çekilen setleri dağıtarak sınır hattını zorlayıp geçmek, kendisini ve arkadaşlarını can pazarına atmak tehlikesi… Düşününce bile tüyleri diken diken oluyordu. Ama birden farklı düşüncelere daldı kendi kendine: