Caddede dolaşıp durdum, akşam oluyordu, saat yediyi birkaç dakika geçer geçmez hemen apartmana çıktım. Dairenin kapısının önüne oturup bekledim. Her üç dört dakikada bir saatime bakıyor, Timur’u dört gözle bekliyordum. Saat sekize yaklaştıkça kalbim de küt küt atmaya başladı.
Akşam oldu. Saat sekizi epeyce geçti, telaşlandım. Artık saate bakamıyordum. Gözlerim, aşağı katlardan kıvrılıp gelen basamaklara dikildi. Apartman kapısının açıldığını ve birilerinin basamaklardan ağır ağır çıkmaya başladığını gördüm. Büyük bir ihtimalle gelen; Ahmet Haşim idi! Çünkü ‘Merdiven’ şiirinde yansıttığı o duygu ancak şu an bu basamakları çıkan kişide olabilirdi. Herkül’ün taşıdığı kürenin ağırlığından daha ağır bir yükü taşıyordu bu adam sanki… Kerkük’teki arkadaşım bana bu adresi verirken bir de kardeşinin fotoğrafını göstermişti. Kıvırcık saçlı birisi göründü merdivenlerden. Yorgun bir hâli vardı. Ayağa kalktım. O, beni görünce son basamağa ayağını atmadı. Durdu. Resimdeki adamdı. Ama saç şekli değişmişti. Bana baktı; “Sende kimsin?” diye sordu. “Ben Orhan’ın arkadaşıyım,” der demez, yavaşça ama duyabileceğim bir sesle: “Yine mi?” dedi, “Hoş geldin, içeri buyur.” Oh be, dünya varmış! İşte bu kapının açılışı, benim hayalimdeki umutlarımın kapısının da açılışı olabilirdi.
Ev, daracık, bizim Kerkük evlerinin bir odası kadardı. Salon dedikleri odada oturduk. Memleketten, aileden, eş dosttan konuştuktan sonra, hiç beklemediğim bir soruyu, bir anda soruverdi:
“Niçin geldin?”
Kerkük’te, Büyük Pazar’da, yan yana sıralanan demirci dükkânları önünde durup demirci ustaları seyrederdim. Kıpkırmızı demirleri, fırından maşayla tutup çıkarırlar, örsün üstüne koyarlar, karşılıklı iki kişi, kocaman kocaman balyozlarla “Vur babam vur” ha bire döverlerdi. İşte bu soru, o balyozlar gibi indi kafama. Fırından çıkan demir gibi kıpkırmızı kesildi yüzüm. Tekrarladı sorusunu.
“Niçin geldin? ”
“Ağabey,” dedim, “Bizim orada hayatın ne olduğunu ve ne kadar zor olduğunu bilirsin. Bizim de hep hayal ettiğimiz şeydi burayı görmek ve içimizi buradaki insanlara dökmek… Gece gündüz, gizliden gizliye bu topraklara, bu insanlara nasıl âşık olduğumuzu da bilirsin. Bu bayrak için nelere katlanmadık ki! Kerkük’te her evde, her dükkânda konuşulan sözlerin arasında mutlaka buralardan, bu insanlardan konu geçmez miydi? Tüm bunları bilirsin. Sınırdan geçerken o tepelerde dalgalanan bayrağı görünce gözyaşlarımı tutamadım; kalbim bayrağın dalgalanmasına göre atmaya başladı. Bu heyecanı, bu aşkı, bu sevgiyi, yılların umudunu da bilirsin. Orhan, bana anlatmıştı seni. Sen de bu aşk uğruna buralara gelmişsin…”
“Beni bırak sen, kendinden söz et.”
Bu çıkışı tuhafıma gitti ama ben bildiğimi, gerçek duygularımı anlatmaya devam ettim. Saat, yeni günden dakikalar almaya başlamıştı.
“Kusura bakma, sabah işe gideceğim, uyumam lazım,” dedi.
“Sahi, siz ne iş yapıyorsunuz?”
“Bir depoda hamallık! Beraber kaldığımız bir arkadaşım vardı. Yurtdışına kaçtı. Yatağı duruyor, sen orada yatabilirsin.”
O gece kafamı karıştıran şey, Timur’un hamal olarak çalışmasıydı. Duvar kâğıtları yer yer yırtılmış, havasız, rutubetli bir odada yattık. Ben yerde yattım, o da karyolanın üstünde… Karyola çok ses çıkartıyordu. Mübarek Timur, yatakta çok sık dönüyordu. Üstelik de horluyordu. O gece nasıl uyuduğumu bilmiyorum, ama kalktığımda Timur evde yoktu.
Yastığımın yanına bir kâğıt parçası üstüne; “Yorgun olduğunu bildiğim için seni uyandırmadım. Biraz dinlen. Mutfakta bir şeyler var, yiyebilirsin. Bugün erken geleceğim. Ben gelene kadar dışarı çıkma.” Bu sözler biraz canımı sıktı. Niye beni bıraktı gitti? Ne olurdu yani bugün işe gitmeseydi, benimle ilgilenseydi? Erken gelecek… Saat kaçta gelecek ki? Onu da yazmamış. Evi dolaştım. Mutfakta temizlenmesi gereken bulaşıklar vardı. Belki iki, belki de üç günden beri yıkanmamış bulaşıklar. Tavanlar, bölük pörçük kireçle boyanmıştı. Evde acayip bir koku vardı. Rutubet mi kokuyordu, bilmiyorum. Buzdolabını açar açmaz genzime bir küf kokusu doldu. Yemek yiyemedim. Pencereden dışarı baktım. Karşı apartmanda, bir daireden kadının biri vücudunun yarısını dışarı sarkıtmış, demir askılara tutturduğu bir ipe çamaşır seriyordu! Rengârenk giysileri ipte teşhir ediyordu. İpe asılan çamaşırlardan ev ahalisinin giyim zevklerini anlamak mümkündü. Kocasının yaşlı ve klasik tarzda giyindiği gömlek ve pantolonlardan anlaşılıyordu. Timur’un penceresinin önünde de o ipten vardı. “Demek burası böyleymiş,” dedim kendi kendime. Apartmanların mahyaları da çok ilginçti. Her apartmanın bir zirve noktası olduğunu da görüyorum. Bazı apartmanlar az katlı olmasına rağmen mahyasını daha yüksek ve dik tutmuştu! Bazıları ise apartmanın yüksek olmasına rağmen mahyaları apartmana yüksekliğiyle doğru orantılı değildi. Bu işte mütahitlerin bir cinliği vardı ama…
Çatlayacaktım. Evde dört dönüyordum. Ne zaman dışarı çıkıp bu insanlarla tanışacağım? Nereden geldiğimi, kimlerin selamını getirdiğimi bu insanlara ne zaman söyleyeceğim? Oturup dizlerinin dibine, oraları anlatıp, insanlarımızın beslediği o aşkı, o sevgiyi ne zaman duyuracağım bu insanlara… ?
Bir gün Kerkük’te, Peyami Safa’nın “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” adında bir romanı elime geçmişti. Romanı bana getiren kişi tir tir titriyordu. Babası pek çok kez emniyet nezarethanesinde gecelemişti. Babası evde bu kitabı görür görmez; “Bir kitap yüzünden bizi perişan etme oğlum, parçalayıp yakmaya gönlün el vermiyorsa, bari evden uzaklaştır,” demiş. Arkadaşım babasının bu sözlerinden sonra kitabı bana getirmişti. Evde, gece yarısına kadar kitabı parçalayıp her bir beş sayfasını ayırdım. Diğer arkadaşların onu okuması için iç çamaşırımın arasında saklayıp götürürdüm. Bu beş sayfalık bölümleri okuyan diğerine verirdi. Böylece bir kitabı okumak belki günler, belki haftalar sürerdi! Bunu nasıl buradaki insanlara anlatırdım ki?!
Peyami Safa’nın o romanına, her Türk gencinin hevesle, şevkle sarılması gerekirken, o esere yeterince değer verilmediğini ve Beyazıt Meydanı’nda yerlerde sergilenip ucuz fiyata satıldığını görünce kahroldum.
O gün Cumartesi idi. Timur eve daha erken geldi. Çok yorgun olduğu halinden belliydi… Akşam oldu. Ne zaman dışarı çıkacağımızı sormak isterken, “Niye geldin?” sorusu balyoz gibi kafama indi. Dayanamadım… Kendi kendime, “Topu topu iki gün oldu, iki gün bile değil yahu, bu soruyu kaç defa sordun? Üstelik adam gibi üç beş saat oturup konuşmadık ki!” diye içimden söyleniyordum ki, kafamdan geçenleri okur gibi konuşmaya başladı:
“Darılmıyorsun değil mi? Benim bunu sormamdaki neden, bizim orada kurduğumuz hayal ile buradaki gerçeklerin çok farklı olmasıdır. Biz oradayken hep; şimdi Türkiye’de herkes işini gücünü bırakmış, dünya Türklerinin geleceğiyle uğraşıyor, hele hele Kerkük meselesini, yediden yetmişe kadar herkes ezbere biliyor, zannederdik. Öyle değil mi? Bizim orada, Türk kamyon şoförlerine beslediğimiz sevgi ve yakınlığa karşı onların bize dağıttığı gülücüklerin arkasında yatan şey neymiş biliyor musun? O şoförler, bizi garip bir yaratık olarak gördükleri için öyle sırıtıp gülüyorlarmış… Bizim hayata bakış tarzımız; örf, âdet ve tarihimizi, bir gelenek mirası olan millî duygulara dayandırarak sürdürmektir. Daha doğrusu, hayatı millî duygularla eşleştiriyoruz. Oysa dünya, bu kıstaslara göre dönmüyor. Dünya