… 1335’in kışı çok sert geçiyordu. Tükürsen tükürüğün yere değmeden donardı. Esen soğuk rüzgâr gökten düşen karı o tarafa bu tarafa öyle savuruyordu ki, karın gökten mi yağdığı, yoksa daha önce yağan karların mı savrulduğu anlaşılmıyordu. Soğuktan dolayı, bütün canlıları yer yutmuş gibiydi. Dışarıda rüzgârın sesinden başka ses seda yoktu.
Ben kavurmalı çorba ile karnımı iyice doyurup, bir miktar ekmeği de yanıma alıp dışarı çıktım. Develerin yanına doğru gittim. Önlerine atılan yandağın6 yanında geviş getirerek duran develere bakınca, onların bu can alıcı soğukta dışarıda kalmalarına üzüldüm. Yerde yatan ner, benden ekmek istiyormuş gibi geldi. Hemen ekmeğimi bölerek nerin sarkık dudaklarına doğru uzattım. Ner ekmeği yedi ve bana teşekkür eder gibi başını salladı. Ben elimdeki ekmeği koltuğuma soktum ve iki elimi açıp başka yok dercesine avuçlarımı gösterdim. Ellerimi birbirine sürterek, “Gitmezsem olmayacak, çok soğuk,” dedim. Çizmeli ayaklarımı dizime kadar çıkan karlardan zorlukla çıkartıp, eve doğru gittim. O sırada; “Kardeş, Yusup Ağa evde mi?” diye soran kalın sesle irkildim. Boylu poslu, yaşı kırkı geçmiş bir adamdı. Soruyu tekrarladı. Ben soruya cevap veremeden dedem evin kapısından: “Sen buralara gelir miydin Abdı Han?! Bu dondurucu soğukta, yolunu mu kaybettin? Hadi içeriye gel, bekleme dışarıda,” diye seslenerek adamı eve davet etti. Misafir eve girdikten sonra sobaya yaklaşarak ellerini ısıttı ve:
“Valla, Yusup Ağa, bir ricam var, işim biraz acil. Kaybedecek vakit yok,” dedi.
Dedem: “Bizden bitecek bir işse lafı olmaz Abdı Han. Neymiş bu iş, söyle bakalım?” dedi.
“Yusup Ağa, bu kapıya işimin hallolacağı ümidiyle geldim. Dükkanın malzemelerini getirirken kamyon arızalandı. Orasını burasını kurcaladım ama çalışmadı. Kamyondaki yükü Yahek Dağı’ndan bu gece indirmezsek, eşkiyalar yarına kadar bırakmazlar. Yükün yanında sadece şoför kaldı. Devecileri toplayıp, yükü köye getirmemiz gerek.”
“Bu soğukta, bu ayazda… Nasıl olur bilmem ki? Senin de işini bitirmezsek ayıp olur. Develeri toplayıp, çocuklar yola koyuluncaya kadar da hava kararır. Nasıl yapsak acaba?” diye dedem bazı sözleri sesli, bazılarını da sessiz düşündü. Aniden Abdı Han’a bakarak:
“Yükü köye getirmek için kaç tane deve lazım olur?” diye sordu.
“On beş, on altı deve yeter Yusup Ağa.”
“Bu havada develere yükü yükleyebilirsek, getirmemiz en az iki gün sürer. Neyse, lafı fazla uzatmaya gerek yok. Töreee, Guuurt, Yazlıııı, dışarı çıkın! Develeri hazırlayın, urganları da alın,” diye emir verici, azimli sesi ile etrafındaki kubbeli evlere bakarak bağırdı.
Gurt dedem, Töre amcam ve Yazlı ağabeyim gelip misafirle selamlaştılar, hal hatır soruştuktan sonra dedem onlara:
“Abdı Han’ın bizden bir ricası var. Siz develeri alın. Vakit kaybetmeden yola koyulun. Yağmır Pehlivan’a da söyleyin, o da develerinden üç tanesini alsın ve sizinle gelsin. Giysilerinizin kalınlığına dikkat edin, yol azıklarınızı çokça alın! ‘Tok başa belâ gelmez’ demiş atalarımız. Üşüyecek olursanız çayçorba7 yeyin, soğuk yanınıza bile yaklaşmaz,” dedi.
Dedemin lafını ikiletmemek için, “Bu soğukta bizi bırak, develer bile gidemez,” diyemeden aceleyle çizmelerini ayaklarına geçirdiler, ayak bezlerini sarıp, bulabildikleri kalın giysileri üzerlerine giydiler ve develerini nerin peşine takıp yola koyuldular.
Develerin boyunundaki çan sesleri, onlar uzaklaştıkça rüzgâr sesine karışarak kayboldu.
“Berdimıraaat!”
Bu sesle kendime geldim. Dedemin bana da bir şeyler söyleyeceği ses tonundan belliydi. “Allah’ım, beni bu soğuk havada uzak yerlere göndermesin,” dedim içimden.
“Efendim dede?”
“Oğlum koş, Beki dayına söyle. Bu gece konser erken başlayacak. Komşuları erkenden toplayıp gelsin.
Karanlıktan ne kadar korksam da “Hayır,” diyemedim. Çaresizce babannemin yüzüne baktım. O, “Sen gidedur, ben peşinden gelirim,” diye işaret edince biraz rahatlayıp, dışarı çıktım.
Evimizdeki siyah radyonun etrafında toplanmış komşulara çay yetiştirmeye çalışıyordum. Çaylar sanki kuyuya dökülüyor gibiydi. Hemen bitiyordu. Komşular dinledikleri aydımların8, türkülerin zevkinden ya da günün yorgunluğundan çayı terliye terliye içiyorlardı. Radyoda dedemin en sevdiği bağşılardan9 Oraz Salır’ın “Gelemen” türküsü çalıyordu.
“Ey ağalar Diyarbekir yurdundan
Gayıbana şehrinize gelemen.”
Bağşının mülayim sesi evin içinde yankılanıyordu. Dedemin yüzü epeyce endişeli görünüyordu. Aslında Oraz Salır’ın bu türküsünü her duyduğunda kafasını sallayıp, gözlerini süzer, türküyü zevkle dinlerdi. Bugün dedemin aklı fikri develerle giden oğullarında idi. Komşularımız da dedemin durumundan haberdar olduklarından, konser bittiğinde evlerine dağılmadılar. Ordan burdan laf açıp dedemin dikkatini başka yöne çekmeye, endişesini dağıtmaya çalıştılar, ama olmadı. Dedeme moral vermeye çalıştılar.
“Yusup Ağa! Maşallah senin oğlanlar böyle kış, kıyamet, zorluk görmemiş adamlar değil. Kaygılanma, nasip olursa yarın öbürgün çıkıp gelirler.”
“Allah esirgesin, aslan gibi oğullarım var. Onların kendi başların çaresine bakabileceklerini biliyorum. Ama onlar aceleyle yanlarına silah almayı da unutmuşlar. Böyle karlı, rüzgârlı gecelerde kurtlar adama düşmandır. Yollar izler de kaybolmuştur. İnşallah çocuklar yollarını kaybetmezler.”
Dedem her ne kadar komşularının yanında sır vermek istemese de, endişeleri ve endişelerinden dolayı yaşadığı korku her hareketinden belli oluyordu.
“Yusup Ağa, çocukların kurt gibiler maşallah. Yanlarında eşek de götürmemişler, iyi de yapmışlar. Yoksa eşek de onlara ayrı bir dert olurdu. Develerin içinde ner olursa kurt bile yaklaşmayı göze alamaz.”
Biraz sonra eşeğin acizliği, nerin cesurluğu hakkındaki efsaneleri anlatmaya başladılar…
Dedem, beni gece yarısından sonra kaldırıp “Kalk oğlum, döşeğine yat,” dedi. Ben oturduğum yerde uyuyup kalmışım. Komşular ise çoktan dağılmışlar.
Kervan gideli beş beş gün olmuştu. Beşinci günün sonunda köyün ilerisinden çan sesleri duyuldu. Beş gündür zamanının çoğunu dışarıda geçiren dedem çan sesini duyar duymaz gür sesiyle bağırmaya başladı:
“Çıkın da kervanı karşılayın. Kadınlar yemek işlerine baksın. Develerin otunu suyunu hazırlayın. Ateşi yakın, evi ısıtın.”
Kervanın