İkinci Bölüm
Ağustos ayları, Turfan vadisinin bulutsuz berrak semasında gezinen parlak güneş bu vadiye sınırsız merhametiyle nur serpiyordu. Sanki elekten geçen ak un gibi dökülüp duran gün ışığı bu vadiyi nur denizine döndürüyordu.
İşte burası!
Cami avlusundaki kazığa bağlı duran boz atı gören, atlı iki adam konuşup birlikte attan indi. Atlarını sağlamca bağladıktan sonra, minare içindeki döner merdiven vasıtasıyla yukarı çıktı.
Bu sırada şair minareye çıkmış güneşin nuruyla altın gibi parıldayıp duran uçsuz bucaksız Turfan vadisini seyrediyordu.
“-Ey güneşin lütfuna en çok erişen sevimli diyar, bilgelikte zengin Turfan ana, senin büyüklüğün, bütün güzelliğin sana dökülüp duran işte şu altın nurda!… Ana yurdu Turfan’a güneşten de fazla muhabbet besleyen şair heyecanını bastıramayarak konuşmaya devam etti, -ey sevgisi ateş, zemini inci, uzun tarih, kitaplarda zikredilen medeniyetin, altın beşiği, sevgili Turfan! Sen tarihte gerçekten yaşayıp medeniyet-i insaniyeye unutulmaz armağanlar bırakan, altın devirleri yaşayan sen değil misin?! İdikut, Yargol, Karahoca, Astane, gibi gaip şehirler, Uva –Turlar… Senin altın devirlerinin canlı şahidi değil mi?
… Ah tarih!… Yaşanan altın devirler!… Kaza –bela, afetlerle dolu kara asırlar!… Koca koca ırmakları kurutup kuru dereye, çıplak çöllere çeviren afet yılları!… İşte bu minare önündeki alanda gayet büyük sular kabarıp akıyordu, şimdi o sular hani? Bu vadide mamur olan yemyeşil yerler, ormanlar hani? Gelişmiş payitaht şehirler nerede? Şimdi bu yerlerde yüksek yüksek uçurumlar, nice gaip şehirlerin yarım izleri kalmış… Bu uçurumları, geçmişte kabarıp akan nehir suları tıpkı dev arısı gibi hareket edip yapmamışsa, daha başka nasıl bir güçle meydana çıkabilirdi! Gaip şehirleri ata-babalarımız kendi eliyle yapmış, bu yerlerde hüküm sürmüş olmasa, onlar nasıl meydana gelirdi?..
Bu kadar çok harabe, yine mamur olan şehirler, bu kadar geniş nehir yatağı, orman, yine yeşerip duran bağ bahçeler… Bu tıpkı öndekinin yürüyüp, arkadakinin iz sürüp yürümesine benziyor.
Çalışkan halkın bir yer harap olsa, yine bir yeri mamur kılıp, hayati gücünden bir gün dahi mahrum kalmayan dayanıklı ana vatan, sevimli Turfan sen değil misin?!
Nehirler kuruyup, bağların solduğu afet dolu yıllarda akıl –feraset sahibi halkın yer altı sularını arayıp bularak, geçirimsiz tabakanın temelindeki suları yeryüzüne çıkarıp, karizi6 keşfeden meşhur Turfan sen değil misin?
Ağır bir yorgunlukla çıkan iki dost, şairin dikkatini dağıttı:
–Şükür, nihayet bulduk, dedi Latif Efendi şairi bulmanın sevinciyle, -atını görmesek bulamayacaktık.
–Yalnız başına minareye çıkmak da neyin nesi! dedi Ekberhan nefesini düzeltip.
–Gelin dostlar, işte şimdi yalnız değilim, dedi şair onlarla tokalaşarak. –Bakın, ana yurdumuz Turfan sanki nur denizi. İşte Boġda Dağları bize hami olup boy gösterip durmakta. Bakın, Yalkundağ kızıl altın gibi tavlanıp alevleniyor. İşte o taraf, uçsuz bucaksız mümbit zemin, bitmez tükenmez zenginlik. Bakın karizlere onlar için ince hesaplar gerek. Onlar ata –babalarımızın akıl –ferasetinin cevheri…
Latif Efendi’yle Ekberhan göz göze gelip şairin sözlerinden aldıkları tesiratı ifade ettikten sonra acayip şirin duygulara gark olmuşçasına uzaklara nazar saldı. Bu ana yurt onların gözlerine yemyeşil ağaçlar ve zirai yeşilliklerle bezenen gülistana benzer görünüyordu, nehir boyunca sıra sıra dizilen yer altı karizlerinden ecdatlarının akıl –feraseti, yiğitliği, çalışkanlığı anlaşılıyordu…
–Nur denizine eğer ilim –marifet nurları katılsa, cehaletin, hurafeciliğin yerine ilim çıraları yakılsa, o anda bu mekân öyle acayip özellikleri olan bir yere dönüşürdü ki, bunu ifade etmeye dilimiz aciz kalır…
Üçü birlikte Turfan minaresi üstünden ana yurdun güzel manzarasına derin bir muhabbetle uzun zaman bakıp durdular. Onlar hiçbir zaman bakmaya doyamadılar, baktıkça bu ana yurdun tarihi yaşam gücüne meftun oluyorlardı.
Yüzü açık sarıya mail, yassı yüzlü, orta boylu Latif Efendi ilk defa Astane’de açılan yeni okulda okumuş aydınlardandı.
Genç olup yüzünü koyu sakal bürüyen Ekberhan da okumuş bir kişi olup, Törehan isimli Özbek ailesinde dünyaya gelmişti. Bugün Ekberhan’ın Yargol’daki evinin bahçesinde yapılacak olan ziyafete Abdülhaluk Uygur’u davet etmişti. Hayli uzun vakitten sonra üçü birlikte minareden inip atlarına bindiler. Onlar yakıcı güneşe aldırmadan, tabiat manzaralarını, mahalle evlerini, tarlalardaki ziraatları temaşa ederek yavaş yavaş yürüyorlardı. Sohbetin hararetinden kale dibine geldiklerini anlamamışlardı.
Turfan Eskişehir kalesi aslında yüksek idi. Çevresinde derin hendek olduğundan, bu kale oldukça yüksek görünüyordu. Hendeğin çevresi ağaçlarla kuşatılmış olup, içi eski püskü nesneler ve kemiklerle dolup taşıyordu. Atlılar iki şehir arasındaki toprak yolun iki yakasındaki evleri, çömlekçi ocaklarını, meyve bahçelerini, bulut gibi açılıp giden pamuk tarlalarını huzurla seyrederek yürüyüp, Yenişehir’in doğu kapısı altına gelerek durdular.
Yenişehir biraz daha mamur olup, Turfan’ın ticaret merkezi olarak adlandırılıyordu. Şehir içinde meşhur hanlar, kumaş dükkânları çoktu. Pazar sokaklarının üstü kapalı olup güneş düşmüyordu. Şehir merkezindeki meşhur iki katlı lokantanın etrafında bakkallar, ayran –şurup satıcıları çoktu.
Atlıların şehrin içine girişi tüm dükkâncıların dikkatini çekti.
–Boz renk ata binen Abdülhaluk Uygur mu? –dedi bir dükkâncı yan dükkândaki kumaş tüccarına bakıp.
Atlılar yaklaşıp geldiler, onlar hangi dükkânın karşısına gelse, o yerdekiler onlara selam veriyordu. Atlılar da selama karşılık verip onlara hürmet gösteriyordu. Abdülhaluk Uygur insanlara selam verip vücudunu eğdiğinde altındaki atın beli eğilmiş gibi görünüp insanları hayran bırakıyordu.
–Hakikaten yiğit adam ha! dedi. Biraz önceki dükkâncı karşısından geçip giden Abdülhaluk Uygur’un arkasından bakıp.
–Çince okuyan otuz çocuğun içinde Abdülhaluk Uygur birinciliği kazandı diyorlar, dedi tüccar onun iyi okumasına hayran olarak.
–Medresede okuduğu zamanlarda derslerde iyi olduğunu duyuyorduk, dedi dükkâncı söz sırasını elden bırakmadan.
–Şimdi onun şairliği hepsini aştı, -tüccar kendi bulduğu bazı delilleri ortaya koyarak devam etti, onun yazdığı şiirleri Urumçi, Kumul, Manas, Guçun taraflarından gelen öğrenciler, tüccarlar taşıyorlar, diyorlar. Güzel yazılmış olmasa, başkaları özellikle gelip, alır götürür mü?
Atlılar pazarı uzunlamasına geçip batı kapısından çıkıp gitmişti.
–Bu sıcakta nereye yürüyorlar?
–Ekberhan’la birlikte gitmelerine bakılırsa, Yargol’a gitseler gerek, dedi tüccar çıkarım yaparak.
Ekberhan’ın babası Törehan o yıllarda Özbekistan’dan gelip Turfan’a yerleşen, ticaretle meşgul olup, bağ bahçe yetiştiren, hali vakti yerinde, misafirperver ve belli bir medeniyet seviyesine sahip bir kişi olup, bugünlerde Yargol’daki bağ evinde yaşıyordu.
Misafirler tertemiz döşenmiş büyük misafirhaneye yerleşti. Misafirhaneye