–Oğlun çok güzel şeyler yazıyor, iyice bak!
–Elbette öyle yapıyorum, böylece deyip sustu.
Bundan sonraki sözler duyulmadı.
Ertesi gün sabah namazından dönen şair doğruca çalışma odasına çıktı, âdeti üzere gece yazdığı el yazmaları bir araya toplayıp gözden geçirmeye başladı. O her bir yazmayı erinmeden tekrar tekrar düzeltti.
O sırada Ayimhan elinde kahvaltılıklarla çıkıp geldi. Şair onun elindeki kahvaltılığı görünce şaşırıp kaldı. Böyle olması sebepsiz değildi. Çünkü kahvaltı, öğle ve akşam yemekleri hep çardağın altında çoluk çocuk, genç yaşlı toplanıp yenirdi. Şair bu değişikliğin sebebini anlamak için Ayimhan’ın ahu gözlerine, soran gözlerle baktı. Fakat Ayimhan iltifat etmedi, ta ki yaklaşıp tepsiyi şairin masasının üstüne koyana kadar. Sonra birden başını kaldırıp şirince gülümsedi. Güçlü bir beklenti içinde kalan şair Ayimhan’ın sihirli gözleriyle karşılaşınca vücudunu ılık bir duygu sardı.
Çaydanlıkta demlenen çayın kokusu, tandırdan yeni çıkan sıcak ekmeğin lezzetli râyihası dimağını gıdıklıyordu. Temiz porselen tabakta sapsarı akik gibi duran, bir salkım üzüm inci gibi parlıyordu. Şair tepsideki iştahını kabartan yiyeceklere hayran gözlerle bakıp, şaşırmış bir biçimde:
–Bugün iş başka mı?
–Evet, bugünden sonra sana özel bakıcı oldum, dedi Ayimhan. Onun sesi altın çıngırak gibi duru ve canlıydı.
–Nasıl söz o!
–Babam öyle görevlendirdi. Size öğle –akşam özel yemek hazırlayıp vereceğiz.
–Öyle olur mu?
–“Rabbim verirse, peygamberim itiraz etmez” derler ya, babam böyle görevlendirdi. Kimse de itiraz etmedi. Ya sen… -Ayimhan sözünün sonunu, gülmeye zorlayarak yuttu, ama manası anlaşılıyordu.
–Evet, benim de itiraz etmemem gerekti. İyi, fakat… dedi şair ona bakarak.
–Fakat demenin hâceti yok, bu işi annemle babam kendi arasında istişare edip karar verdi, kalanlarımız itaat ettik.
–Kıvılcım saçar gibi konuşan Ayimhan çay koyup şaire sundu, davranışları öylesine berraktı ki… Şair ise onun gözlerine bakmaya doyamıyordu
Ayimhan beyaz ten, yuvarlak yüz, siyah saç, keman kaş, siyah badem göz, ok kirpik, güzel boy, kuzu etli, hoş biçimli bir kadındı. Gözlerinden hazırcevaplığı okunuyordu. Şairle Ayimhan birkaç yıldır aynı yastığa baş koyuyor olsa da, onlar her karşılaştığında tıpkı nikâh akşamı karşılaştıklarında yaşadığı duyguları yaşıyorlardı.
Böyle olmasının belli sebepleri vardı:
…Düğün merasimiydi. Davul çalınıyordu. Avludaki dut ağacının gölgesine kurulan alanda erkekler ve kızlar işveyle dans ediyorlardı. Şair bir kenara koyulan kerevet üstünde dans edenlerin nefis hareketlerini izleyip huzurla oturuyordu. Avludaki misafir köşesinin kapısında yetişkin dört kız toplanıp dans edenleri seyrediyordu. Saçları kısa örülmüş, baştan ayağa ipek –atlaslara bürünmüş, sanki bugünkü düğünün ziyneti gibi törene gelen bu kızların toplanması herkesin dikkatini kendilerine çekiyordu. Bu kızların güzelliği birbirinden geri kalmıyordu. Eğer onların güzelliği gökyüzünde cevelan etse, ayın on beşine benzerdi. Bunu gören herkes bugün gökyüzünde dört ay mı çıkmış diye düşünmekten kendini alamazdı. Eğer bir yiğitten bu kızlardan birini seçmesi istense, o yiğidin kızlardan hangisini seçeceği, hangisini bırakacağı konusunda şaşırıp kalması kesindi. Gerçekten bu kızların giyinişi, süslenip taranışı, mehtabı andıran güzellikleri, tıpkı bir dalda açılan güller gibi bir arada duruşu o kadar şairane idi ki, onlara bakan herkes bu güzellerin esiri olmaya mahkûm olup, ıstıraplı hayaller girdabında boğulurdu. Abdülhaluk Uygur da bu şairane görünüşe meftun olmuştu:
Birinci kızın gözü çok keskin idi, sanki gözü, çukurunda camdan bir âşık gibi oynuyor gözüne ilişen her nesneyi büyülüyordu. Yiğitleri gözleriyle büyüleyene kadar işve yapıyordu. Onun, böyle haddinden fazla göz oynatışından kolayca müteessir olanların yine onun cilveli, oynak gözlerine şeyda olup kalmaması mümkün değildi. Fakat dikkatli gözlerle bakan yiğitler, “o kız ziyadesiyle şımarık ve laf ebesi” sonucuna varırlardı.
İkinci kız çok mütebessimdi, gülmeye uygun olmayan şeylere de gülüyor, insanların yüzüne de arkasından da gülüyor, dut yaprağı şırıldasa da gülüyor, birisinin elinden kepçe düşse gülüyordu. Çok gülmesinden kendisi de utandığında iki eliyle burnunu kapatıp başka kızların arkasına saklanıp gülüyordu. Kısacası bu kızın ağzı bir lahza bile kapanmıyordu. Güldüğü zaman sihirli görünen sedef dişlerinin parıltısına bakıp, bazıları ona heves bağlasa da, dikkatli gözlerle inceleyen yiğitler o kıza, “gülüşü şeytanı yenen kız” diye isim takmıştı.
Üçüncü kızın gülüşüyle somurtuşu bir aradaydı. Gözüne ilişen şeyleri etkisi altına alana kadar gülüyordu. O anda biri baksa ya da küçücük farklı bir harekette bulunsa, o lahza suratını asıyordu. İyi davrandığında biri gelip ona birkaç söz söylese, o anda hemen değişip öncekinden de çok açılıyordu. Bu kızın davranışlarının, bazılarının ilgisini çekmesi mümkündü. Ama dikkatli yiğitler hareketlerine bakıp ona, “çok hafif, maymun iştahlı, tıpkı tereyağı tenekesine benziyor bir anda ısınıp bir anda soğuyor. Tavırları tutarsız” diye paha biçiyorlardı.
Dördüncü kız diğer üç kızda görülen özelliklerden ari idi. Tören esnasında o kızın bir kişiye durup baktığı, gülümsediği ya da somurtup tavır aldığı görünmüyordu. O kız bütün dikkatiyle dansçıların olağanüstü maharetlerini temaşa ediyordu. Yüzünde görülen değişikliklerden o kızın danstan çok etkilendiği, maharetlerden heyecanlandığı görülüyordu. Onun halinden ağır başlı, mütevazı, yüzü yerde, namuslu, akıllı bir kız olduğu anlaşılıyordu.
Davul çalınıp birkaç saat devam eden törende birinci kız genç şaire en az elli defa bakıp, boncuk gibi gözlerini oynatıp, bıktırıyor, ikinci kız çok gülüp usandırıyordu. Üçüncü kız yirmi beş kez gülüp yirmi beş kez somurtuyor fakat şairin üzerinde iyi bir tesir bırakamıyordu. Dördüncü kız bütün tören esnasında ona bir defa bile bakmamış, baştan sona kadar ihlasla izlemiş, onda son derece güçlü bir merak duygusu uyandırmıştı. “Ne kadar gizemli bir kız bu!” Şaire bu kız mucize ve üstün vasıflarla dolu sihirli bir tılsım gibi gelmeye başladı. Dünyada bu tılsım atı çözmekten daha zevkli ve hoş bir iş olabilir miydi? Şair o kızla göz göze gelebilmek için uğraştı, ancak bu mümkün olmadı. Kız hiçbir zaman bakmıyordu. Şair bununla durabilir miydi? Mümkün değil. Sırların en zorunu çözmek, bir sandık içinde saklanan nesneyi almak için hırslı olmak yiğitlerde bulunan ortak hususiyettir. Bunun içindir ki şair bu kızı ele geçirip, onun sırlarını çözmeye karar verdi.
O günden sonra şairin vücudunu kızın ateşi sardı. Bu ateş onu hayli bir zaman rahatsız etti, geceleri, ateşe düşen bir kıl gibi dolandırdı. Kuyumcunun tulumu gibi uzun uzun ah çekiyordu…
Lakin Niyaz Hanım uyanık bir kadındı, oğlunun derdini anlayıp, zaman kaybetmeden onun devasını bulup, onu dert, elemden kurtardı… Bugün şairin piyalesine çay koyup veren sevgilisi Ayimhan, onun kalbinde yangınlar çıkaran kızın ta kendisiydi. Bu günlerde sevgilisinin mucizelerini çok güçlü arzularla ortaya çıkaran şair ona nasıl doysun!..
Şair