– Kurban olayım kızım, bu sözü size nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Araya düşmeyip ölseydim ben…
Bu girişten sonra Anahan’ın gönlü soğuk bir şey hissetmiş gibi rahatsız olmaya başlamıştı.
– Ne sözü? – diye sordu, sesinde açıkça fark edilen bir heyecanla.
– Beni Sultanhan gönderdi…
Bunu söyledikten sonra Ömrinisabibi konuşmasını kesip, kızın yüzüne baktı. Kızın yüzü karanlıkta o kadar açıkça fark edilmemesine rağmen az önceki sözünün kıza nasıl tesir ettiğini anlamaya çalışıyor ve konuşmasını da buna göre devam ettirmek istiyordu. Kız, daha da artan bir heyecanla az önceki soruyu tekrar etti:
– Ne sözü?
– Sultanhan’ın anası birden yatağa düştü… Şimdi atlı bir adam gelip, onu alıp gitti. Ben sabahtan beri onların evinde yemeklerine bakıyordum. Birden böyle terden sırılsıklam olduktan sonra beni çağırıp, “Artık ben gidiyorum, çaresizim, hemen gidip, Anahan’a benim özrümü bildirin”, dedi… Örtümü bile örtünmeden, yürüyüp sizin yanınıza çıktım.
– Artık, yarına misafirleri davet etmek yok mu?
– Sultanhan kendisi olmadıktan sonra kim davet eder? O avluda ondan başka insan hatırı sayan kim var? Kendiniz de biliyorsunuz, kurban olduğum…
Bu soğuk haber, Anahan’a fena tesir etti. Ne diyeceğini bilmeden, düşünüp kalakaldı. Verdiği haberin fena tesirini gören Ömrinisabibi, o tesiri azaltmak için konuşmasına devam etti:
– Arkadaşlarınız sağ salim olursa, yine gelirler. O zaman Sultanhan yarının acısını çıkarmadan bırakmaz… İyi bala o… Münasip bir dille Saltanathan’a anlatırsanız, akıllı kız, kendisi anlar…
– Sözü uzatmaya ne gerek, teyze? – dedi Anahan. – Olan oldu, benim zavallı başım, peki!
– Öyle demeyin, kurban olduğum! Henüz gençsiniz, çok sohbetleri, çok bezmleri, çok eğlenceleri görürsünüz. Sultanhan’ın üzüldüğünü söylemiyor musunuz?
– Artık üzülmekten ne fayda! Olan oldu… Peki şimdi.
– Öyleyse, hoşça kalın, ben gideyim. Sofralar, hamurlar öylece ortada kaldı. Gidip toplayayım. Kumaları siz kendiniz biliyorsunuz, dönüp akmazlar…
– Oturup giderdiniz…
Anahan’ın bu sözlerinin dudağının ucundan çıktığını Ömrinisabibi de hissetmişti.
– Hoşça kalın, öyleyse! – dedi Ömrinisabibi. Sonra eyvan tarafına gidip oturmadan, duvar boyunca hızla gözden kayboldu.
Anahan’ın geceden beri yaptığı planları ve kurduğu hayalleri bozulmuştu. Artık sevgili arkadaşlarını gönlündeki gibi memnun ederek gönderemeyecekti. Hiç kimseye hiçbir şey söylemeden yengesini çağırdı ve olan hadiseyi ona anlattı. O da Anahan’ın üzüntüsüne ortak oldu, fakat başka bir çare göstermekten de âciz kaldı.
İkisi çok uzun konuştular, bütün yolları araştırıp, her türlü çareyi düşündüler, ancak hiçbiri uygun gelmedi. Sonunda, ertesi gün sabahtan az önceki haberi yavaşça Saltanat’a bildirecek, eğer misafirler kendileri gitmek isterlerse, “hayır” demeden onlara izin verecek olup, bu fikirde anlaştılar.
Fakat ertesi sabaha kadar misafirlere hiçbir şey söylemediler. Onlar gittikleri yerden yorgun argın gelip, oturdukları yerlerinde öylece uzanıp kalmışlardı.
Sabah kahvaltı sırasında Anahan’ın annesi kızına bakarak:
– Kızım, bugün misafirlerini Sultanhan’ların evine alıp götürecek misin? – diye sormasınmı! Bu soru kızı da, gelini de heyecanlandırdı. Çünkü geceki haber henüz hiç kimseye duyurulmamıştı. Onu kahvaltıdan sonra Saltanathan’ın kendisine açıklamak istemiyorlar mıydı? Şimdi bu yaşlı kadın o “derd”i herkesin önünde ortaya koydu. Kız, sıkıntısını gizlemeye çalışır vaziyette yengesine baktı. Yengesi, bu bakışın mânasını derhâl anladı ve yaşlı kadına cevap verdi:
– Sultanhan’ların evi biraz huzursuz görünüyor… Artık misafirlerimiz nereyi isterlerse, oraya götürürüz… Olmazsa, yine burada otururuz.
Yaşlı kadın bu yersiz sorudan sonra yine durmadı:
– Sultanhan’ların evi niye huzursuz oluyor? Anahan ile gelin artık hakikati söylemeye mecburdular. Anahan’a bakarak, gelin devam etti:
– Sultanhan’ın anası birden hastalanmış, kızını gece aldırmış. Kendisi o tarafta, nasıl olur acaba deyip bekliyoruz.
Saltanat şimdi ağzını açtı:
– Biz arabayı koşturup gitsek olurdu.
Şehirli kızlardan ikisi bu düşünceye katıldılar. Fakat Zebi Saltanat’ın omuzuna dürtüp, kulağına yavaşça fısıldadı:
– Niye bu kadar acele ediyorsunuz? Neyiniz kaldı şehirde? Kaç yılda bir gelip de iyice bir rahatlamayalım mı?
O sırada, selâm vererek Binbaşı’nın kızı Fazilethan gelip içeri girdi. Gençler onu yerlerinden kalkarak karşıladılar ve sofraya davet ettiler. Kız kabul etmedi, eyvanın yanına gelip durdu ve ayakta olduğu hâlde konuşmaya başladı:
– Ben misafirleri çağırmak için çıktım. Sultanhan anam anneleri hasta olunca gittiler. Annem ile Paşşahan anam misafirleri kendileri davet ettiler. Bugün akşam üzeri, elbette gelirsiniz!
Sonra vedalaşıp, çıkmak üzere davrandı.
Onu tâ sokak kapısına kadar geçiren Anahan’ın huzursuz gönlü yine sakinleşmiş, kederli yüzüne sevinç kızıllıkları yürümüştü.
V
Binbaşı Ekberali’nin belinde gümüş kemeri, yan tarafında gümüş kabzalı kılıcı, üstünde sırmalı çapanı23 olmasa, hiç kimse ona makam sahibi demezdi. Basit giyimde görenler, ya basit bir köy beyi veya Yedisu ile alâkası olan koyuncu veya değilse yayla tarafı ile iş gören bir deveci diye düşünürdü. Şakak kemikleri dışarı fırlamış, alnı boyuna göre dar, enine geniş ve uzun uzun üç derin çizgiye sahip.. Burun ortaca, fakat üstü basık… gözleri kısık, bir gözünde biraz beyaz perde eseri de var… Çene geniş, yüzü tombul. Çok seyrek olan sakalı çenenin ortasında toplanıp keçininki gibi aşağı doğru salkım saçak inmiş. Bıyık da sakal gibi seyrek. Usta Tohtaş “asırlık” bıyığı iki günde bir tıraş ettiği için dudak üstünde kısa ve düzgün olsa da genel olarak yarıdan çoğu devrilen bir ağaçlık gibi çirkin görünüyordu. İki ucunda altışardan on iki uzun kıl, farenin kuyruğu gibi ince bir şerit hâlinde aşağıya sarkmış… Ustura ile iki tarafa iki defa el değecek olsa, o fare kuyruklarından eser kalmaz, böylece bıyık maskara görünümünden çıkıp, adam şekline girer. Sanatına itina gösteren usta Tohtaş teessüf denilen şeyi toplayıp, “sanat, sanat için” anlayışıyla bakıp… Ekberali Binbaşı’ya bıyık hakkında az önceki teklifi yapmış olsa da böyle büyük bir makam sahibi de halkın ayıplamasından korkup, usta Tohtaş’ın teklifini reddetti. Böylece o gülünç bıyıklar acıklı bir vaziyette sallandığı gibi kaldılar…
Binbaşı’yı bu yüksek derecelere yükseltip, onun vasıtası ile kendi vaziyetlerini de kuvvetlendiren şehirdeki