Bu hasretini avlunun bitişiğinde küçük bağdaki arık boyunda oturup, yengesine söylediğinde, o da derhâl bunun fikrine katıldı:
– Öyle iyi şeyler ki! Bunlara ne kadar yapsan az! Zebihan’a bakın, Zebihan’a! Biz güzde gittiğimizde görmemiş miydik?
– Babası ölesice, soğuk sofi, cevap vermemişti.
– O kadar da sesi güzelmiş bu kızın!.. Türkü söyleyecek olsa, insanın kulağı mest olur. Nefesi bu kadar sıcak, bu kadar tatlı! Bu kadar tesirli!
– Ben de onu söylüyorum işte. Sulu aş yaptık, kabaklı samsa yaptık, pilav yaptık hepsi bu! Bundan fazlasına işte şu ölesice fakirlik yol vermiyor.
Burada derin bir “of” çekti Anahan. Sonra yine sözüne devam etti:
– Varakı samsa17lar yapsak, ak undan harikulade mantılar, çuçvaralar18 yapsak, zenginlerin evinde olduğu gibi demleme kavurmalar yapsak.
Birden asabileşerek yerinden kalktı:
– “Kabaklı samsa”! “Kabaklı samsa”! Fakirliği kurusun, Tanrı’m! “Fakir, Tanrı’mın sevdiği kulu” diyorlar, bu mu sevdiği kulun hâli?
Bir süreden beri bu konu üzerinde düşünüp, akan suya kurumuş ot parçası atıp oturan gelinin yüzünde bu sırada hoş bir gülümseme peyda olmuştu. Yerinden kalkıp, az önceki tatlı gülümsemesi gittikçe açılıp yayılarak Anahan’a yaklaştı:
– Üzülmeyin, kurban olduğum! dedi.
– Ben çaresini buldum. Zenginlerin evlerindekine benzer şekilde çok güzel bir ziyafet vererek göndeririz misafirlerimizi!
Anahan bu çarenin ne olduğunu anlayamadığı için hayret ederek yengesine bakıyor fakat yüzü henüz gülmüyordu.
– Nasıl? dedi ve yengesinin gözlerine kendi fal taşı gibi açılmış gözlerini dikmiş hâlde onun iki elini elleri arasına aldı.
– Kendi gücümüz yetmezse, dostlarımız, arkadaşlarımız var. Onlara söyleyip davet ettiririz.
Anahan’ın yüzü birdenbire açıldı. Dudaklarına geniş bir tebessüm yayıldı. O yengesinin bulduğu çareyi anlamıştı:
– Binbaşı’nın19 kızına mı söylemek istiyorsunuz? O davet etsin mi diyorsunuz?
– O veya o olmazsa küçük hanımı Sultanhan.
– Olur, mu acaba?
Buraya kadar onlar ikisi bir yerde durup konuşmaktaydılar. Sonra:
– Oldurmayı siz bana bırakın, karışmayın. Bir şekilde misafirleri memnun ederim, oldu mu? dedi.
Bundan sonra ikisi ellerini birbirlerinin beline atarak, eve doğru yürümeye başladılar.
– İyi fikir! Can yenge, bir şey yapın! dedi Anahan yengesini sıkıca kucaklayıp.
Gelin birden durup:
– Onlardan hiç kimseyi davet ettik mi? diye sordu. Anahan da olduğu yerde durup:
– Hayır! diye cevap verdi. “Binbaşı takımının gözü bizi görüyor mu?” deyip haber de vermedik. Şimdi bu iş nasıl olacak?
– Biz bu geceye Binbaşı dayının kızı ile küçük hanımını çağırtalım. Gece davet ettiğimizde gelmezlerse, bugün davet edersek, elbette gelirler. Siz ne dersiniz? Zebihan’ın sesi, türküleri ondan büyükleri bile sürükleyip getirir. Siz rahat olun. Ben kendim hemen çıkıp geliyorum. Bu gece bir türkü dinleyip, sohbeti görürlerse, yarın elbette davet ederler.
İkisi, yüzleri yıldız gibi parlayarak kapıdan içeri girdikleri sırada Zebi’nin “Kara saçım” türküsü kulakları tatlı tatlı okşamaktaydı.
Bir damla suyun, denize dönüştüğü bir gece oldu. Bu fakir ailenin sıcak ve helal kucağına köyün kızları ve genç kadınlarının hemen hepsi toplandı. Doğrudan komşu olan ailelerin “aşını yiyip, yaşını yaşamış” yaşlı kadınları da toplandılar. Bu gece, hatta şehir kızlarının yanında nezaretçi olarak gelen uykucu yaşlı kadına da can geldi. Onun canlandığını görenler gayriihtiyari yayılarak gülüyor ve samimi olarak seviniyorlardı. Bir değil, iki dutar ve iki iyi dutarcı, birkaç oyuncu, Zebihan’dan başka yine iki sesi güzelce genç kadın geldiler. Sofraya bakan kimse olmadı, hiç kimse bu fakir ve sade ihtişam içinde izzet ikram aramıyor, gönlünü eğlendirmekle meşgul oluyordu. Bunun için olsa gerek, sofra üstünde hızlıca sözleşip, eyvanı sesle doldurup oturan kadınlardan hiçbiri sağ tarafında yanyana oturup, sofraya zoraki el uzatan Binbaşı’nın kadınlarının “bu da misafir ağırlamak mı?” manasında birbirlerine bakıp dudak büktüklerini fark etmedi. Sofra toplandıktan sonra eğlence başladı. Bundan sonra herkes kendini unuttu, herkes küçük birer çocuğa dönüştü.
Üç güzel sesli kıza yine birkaç tanesi katılıp, yalla20 ahengi göklere ulaşınca, köyün alçak ve yıkık duvarlarından kolayca geçen delikanlılar da toplanmaya başladılar. Onlar sönük yanan lamba ışığının zorla ulaştığı yerlerde, eyvanın iki yanında çökerek oturmuşlar, nefeslerini tutmuşlardı. Onlar arasında Halmat ile arabacı çocuk da vardı. Onlar ikisi büyük dut ağacına yaslanmış, ayakta duruyorlardı. Halmat hevesle baksa da, aslında onun gönlü tamamen ilgisizdi. Fakat arabacı delikanlı, bunca gürültü ve türkü arasında Zebi’nin sesinden başka sesleri, nedense fark edemiyordu. Zebi’nin sesini duymasıyla birlikte gönlünün derinliklerinden dışarı atılan tatlı bir sevinç dalgasını gizleyemedi:
– Zebinisa’nın sesini diyorum, Halmat ağabey… dedi, kendisi bu sözü söyledikten sonra, nedense, biraz kızararak yere baktı.
– Boşuna değil! dedi Halmat. Sonra sordu: Adı Zebinisa mı?
– Evet, Zebinisahan!
Delikanlının Zebinisa’nın adına bu “han”ı ilave etmesinde, “Benim Zebinisa’m” manasında bir övünme, bir gurur ahengi vardı. Bu ahenk çok açık hissedilmiş olsa gerek ki, Halmat derhâl anladı ve “e, harami hey!” dercesine ona bakınca:
– Yürekten vuruyor ha! dedi.
Delikanlı bu sözden rahatsız oldu ve hemen inkâr etmeye başladı:
– Hayır, sesi güzel diyorum, sesi! dedi, lakin dilinin söylediğine yüreğinin “yalan, yalan” dediğini kendisi de biliyor, Halmat’ın inanmamasını da haklı görüyordu. Bunun için meseleyi daha fazla karıştırmadan sözü başka tarafa çevirmeyi uygun gördü:
– Sesine ne diyorsunuz, gerçekten güzel değil mi? dedi Halmat’a.
– Evet, sesi yerinde. Saltanathan’ın arkadaşı mı?
– En yakın arkadaşı.
– Kimin kızı kendisi?
– Rezzak Sofi denilen bir adamın.
– Rezzak Sofi mi?
– Evet, Rezzak Sofi. Tanrı vermiş, lakin Sofi’ye!
– Taliplisi de çok mu?
– Görücülerin, gelen gidenin çokluğundan eşiği aşındı, diyorlar. Bilmiyorum, hangi talihi yüksek olana nasip olur.
– Tanrı’dan dileyin, “ümitsiz olan şeytan”, diye bir söz var.
Bu sözleri söylerken Halmat da delikanlıya