O kumasının kızı ile beraber eyvandan aşağı inip, ayakkabısını giymeye başlayınca, diğer kızlar da birer birer yerlerinden kalktılar. Böylece bu tantanalı toplantı gece yarısı olunca, gürültülü bir şekilde dağıldı.
IV
Kumasının kızı ile anlaşarak evine dönen Sultanhan, Binbaşı’nın şehire gidip dönmediğini öğrendikten sonra, kendi odasına girdi ve yatak serip, üzerini değiştirmeden, öylece yatağın üstünde bir yastığa başını koyup uyudu.
Ertesi sabah uykudan gözünü açtığında, baş tarafında yan komşu hanımlarından Ömrinisabibi oturuyordu. Sık sık çıkıp, Binbaşı ailesinin ev işlerine bakıp, yorgan ve tonları kaplayıp, pamuklarını çubukla kabartıp yumuşatan orta yaşlarındaki bu hanım, böyle yapmak suretiyle küçük kızına çeyiz hazırlıyordu. Büyük kızını bundan iki yıl önce evlendirmiş, şimdi bu kızı da artık göze görünür hâle gelmişti.
Sultan gözünü açar açmaz:
– İyi ki çıkıp gelmişsiniz, Ömrinisa teyze, – dedi, – ben de sizi çağırtmak istiyordum. Yarın Anahan’ların evindeki şehirli misafirler gelecekler. Yemek işine bakmazsanız olmaz. Bugün bir-iki tandır patır yapsak, diyordum.
– Ben de bu konuda sizinle konuşmak için gelmiştim, – dedi Ömrinisabibi.
– Çok iyi olur. Kahvaltı edip hamura girişelim öyleyse. Bir-iki yere gidip, dutar-mutar sormak gibi işleriniz de var daha.
Ömrinisabibi oturduğu yerden sürünerek Sultanhan’a yaklaştı:
– Ben sizinle daha başka bir konuyu konuşmak için çıkmıştım… – dedi.
Bu sözler yarı fısıltı hâlinde ve gözleri de iki tarafı kontrol ederek söylendiği için gelinin kalbi yerinden oynadı. O da Ömrinisabibi’ye doğru döndü:
– Niye fısıldayarak konuşuyorsunuz? Ne demek istiyorsunuz? Yakına gelsenize! Sakin olun! – dedi.
Ömrinisabibi şimdi gelinin tam kulağına eğildi:
– Şehirli misafirleri yarına davet ediyorsunuz, duydum.
Dün gece benim Bahri’m oradaydı…
Bu sözü söyledikten sonra, bir ara sessiz kaldı. Gelinin küçük, kapkara ve hareketli gözleri kocaman açılıp, komşu hanımın ağzına dikilmişti. Ömrinisabibi yine hayretle bakarak:
– İnsan kendi damarına balta vurur mu? – dedi. – Bütün gece uyuyamayıp bunu düşündüm…
Sultanhan’ın rengi atmaya başlamıştı, iki yanağındaki kızıllık soldu. Ağzı yarı açıldı, göğsü hızlı hızlı çarpıyor, dermanı gittikçe vücudundan uzaklaşıyordu.
– Konuşun hemen… Ne demek istiyorsunuz? – dedi nefesi sıkışarak.
Ömrinisabibi boynunu mümkün olduğunca uzatıp, açık kapıdan dışarıya baktı. Sonra, yine gelinin kulağına eğilip, devam etti:
– Siz gelin olup geleli artık beş ay oldu. Başınıza yeni bir kuma mı getirmek istiyorsunuz? Kocanızın kadın düşkünü olduğunu biliyorsunuz!
Sultanhan:
– Vay, öleyim ben!.. Çıldıracağım! – diye haykırdı ve yüzünü yastığa koyup, sol eli ile başını yumrukladı…
– Tecrübesizlik ediyorsunuz, kurban olayım. Bilmiyorsunuz. O türkücü kızın şöhreti dünyayı sardı… Herkesin dilinde o var. Kocanız gibi son derecede kadın düşkünü birisi o bülbül gibi sesi kendi kulağı ile duyacak da derhâl dünür göndermeyecek, olacak şey mi bu?
Gelin birden yattığı yerden kalkıp, Ömrinisabibi’nin omuzuna asıldı:
– Ne diyorsunuz, teyzeciğim? Ben aklımı kaçırıyorum, aklımı!.. Şimdi ne yaptık, şimdi? Söyleyin, ne yaptım şimdi ben?
Ömrinisabibi onun başını yavaşça okşadı:
– Artık telâş etmeyin, – dedi, – olan oldu. Bir şey yapıp zararın önünü keselim!
– Artık çaresi var mı, nasıl?
– Telâşlanmayın, düşünelim. Elbet bir çaresi bulunur.
İkisi de sessiz kalıp, düşünmeye başladılar. Ömrinisabibi beyaz ipek başörtüsünün ucunu düğümleyip düşünürken, gelin de altın yüzüğünü parmağından çıkarıp, onunla oynarken, bir taraftan da düşünüyordu. Birden altın yüzüğü kendisi gözünün önüne koydu, sağa sola döndürüp baktıktan sonra yavaşça elini uzatıp onu Ömrinisabibi’nin serçe parmağına taktı. Bu sırada ciddi şekilde düşünmekte ve çare aramakta olan Ömrinisabibi, altın yüzüğün başkasının elinden kendi eline geçtiğini iki gözü ile görse de, bu büyük ganimetin değerini bilmiyordu. Sonra yüzüğe bakıp, onun ne kadar kıymetli bir şey olduğunu ve kızı Bahri için büyük bir zenginlik kazanıldığını hatırlayınca, sevinçten yüzü kızardı ve hemen yüzüğü parmağından çıkarıp, başörtüsünün ucuna sıkıca düğümledi.
– Haydi konuşun, teyze!
– Ne diyeceğimi bilmiyorum… Misafirleri davet ediyorsunuz. Şimdi, bir çare bulmak gerek. Kumalarınıza bildirmeden iş yapmak gerek. İyi ki, kumanızın kızı davet etmedi. O davet etseydi, yaman olurdu.
– Ben ölesice, o gün Zebihan’ın sesiyle mest olup, hiçbir şeyi düşünemedim! Kumamın kızına: “Siz mi davet edersiniz, yoksa ben mi davet edeyim?” deyip sormuştum. Bana bakın! İyi ki, o kız akıllılık edip, “Ben annemden izinsiz misafir çağırmam. Siz büyüksünüz, kendiniz çağırın”, dedi…
– Aslında o da akılsızlık etti. Fakat onun bu akılsızlığı sizin faydanıza.
Ömrinisabibi kısa biraz sessizlikten sonra, yine gelinin kulağına eğildi:
– Şimdi siz, bir şey yapıp rahatsızlanmış oluyorsunuz ve ben de gidip, Anahan’a haber veriyorum. “Başını kaldıracak olursa, ben kendim haber veririm”, diyorum. Böylece unutulur gider… Misafirler bugün-yarın dönüp gideceklermiş. Zebihan çok sofi bir adamın kızı imiş. Babası bir-iki gün için zorla izin vermiş…
Gelin henüz kendine gelememişti, yine Ömürinisabibi’nin boynuna sarıldı:
– Nasıl olacak bu iş? Çok çirkin olacak. Bütün köye söz yayıldı… Bu kumalarım, yaymadan bırakırlar mı? Başka bir çaresini bulsaydık iyi olurdu.
Gelin Ömrinisabibi’nin gözlerine biraz dikilerek baktıktan sonra:
– Bu sırada annem rahatsızlanıp çağırtırsa, üzülmezdim! – dedi.
– Öyleyse, annenizi hasta edelim. O sizi acele çağırtmış olsun. Siz özür dileyip, gidersiniz… Şu şehirli kızlar gidinceye kadar annenizin yanında durmanız daha iyi.
– Bunu nasıl yapacağız?
– Bu kolay. Ben şimdi örtümü örtünüp, sizin eve gidiyorum. Bütün her şeyi annenize anlatıp, çabucak dönerim. Akşam üzeri de ben kendim gidip, Anahan’a anlatırım.
Bu fikir gelinin çok hoşuna gitmişti. Ömrinisabibi’nin gözlerinden öptü:
– Bu iyiliğinizi bir ömür unutmayacağım, teyze, – dedi.
– Kızınızı, Tanrı nasip ederse, düğününü yapıp ben kendim evlendireceğim! Siz hemen gidin! İşte, bakır tabakta ekmek, çini tabakta kuru üzüm var, ekmekten, üzümden alıp, hemen yola