“Sen yersin o karabuğdayı, ben ağzıma koymam ona göre,” dedi prenses. Hiç aç kalmadığı belli oluyordu. Belki yemek pişirme imkânımız olmaz, o zaman bunları pişirmeden de yiyebiliriz, diyecekken Deniz sustu ve yutkundu.
“Hızlı olun, birbirinizden sakın ayrılmayın. Mert, ablanın sözünü dinliyorsun. Gevezelik yok. Tamam mı?”
Sözleşmiş gibi uzata uzata, bir ağızdan bağırdılar: “Tamam baba!”
Bu tamamın çocuk dilinde “Sen istediğin kadar anlat, ben bildiğimi yaparım,” demek olduğunu bilecek kadar babalığı deneyimlemişti Deniz.
Arkalarından korna çalıp bağırdı: “Defne! Kredi kartını almadan nereye kızım?”
Koştura koştura geri gelen Defne’ye kredi kartını verirken “Kimseye yaklaşmayın sakın, kardeşine dikkat et kızım!” diye bir kez daha gözlerini kocaman açarak tembih etti. Hatta kızını alnından öpmek istedi ama vakit kaybetmemek için vazgeçti.
Kızı markete doğru uzaklaşırken Deniz de az ötedeki büyük markete daldı. Unutmamak için önce baklagiller reyonuna gitti. Karabuğday ve kinoa aldı bol bol. İkisi de yeterince suda bekleyince pişirmeden de yenebiliyordu. Tüm faydalı besinler gibi bunlara da önyargısı olan çocuklara bu konuda güvenemezdi. Raflarda ne varsa aldı. Nermin’in söylediklerini kafasında evirip çevirerek diğer reyonları da boşalttı. Sürekli saatine bakarak alışverişi tamamladı. Ömrünün en fazla ve en hızlı alışverişini yapmıştı.
Aldıklarını bagaja tepeleme istifledi, bazılarını da arka koltuğa koydu. Çocukları aldığında saat biri geçiyordu. Önce Mert’i arka koltuğa oturttu ve Defne’yle birlikte aldıklarını yerleştirdiler. Koltukların üstü, ayaklarının altı, her yer torbalarla doluydu. Kalanları da ön koltuktaki Defne’nin kucağına verip gaza bastı Deniz.
Arkada oturan Mert sesini olduğundan daha da boğuklaştırarak “Baba, ben burada nefes alamıyorum,” dedi.
“Biraz sabret oğlum,” diye cevap verdi Deniz. Sakin bir yerde durup aldıklarımızı düzenleyeceğiz. Öyle kalmayacaksın, merak etme.”
Şehrin dışına çıktıktan sonra ilk tenhada durdu.
“Hadi bakalım. Boşlukları doldurmaca oynayacağız şimdi. Yolda durmak zorunda kalırsak dikkat çekeriz böyle,” dedi.
Mert bir yandan kucağındaki paketleri ayağının altına sokuştururken bir yandan da babasına laf yetiştiriyordu. “Beni düşündüğünden değil yani. Aşkolsun baba.”
Büyük torbaları koyacak yer olmadığından içindekileri çıkarıp öyle yerleştiriyorlardı. Kısa sürede, arabanın içinde ne kadar boşluk varsa hepsine bir şeyler sokuşturdular. Bir paket kelebek makarnanın etrafa saçılması haricinde pek fazla zayiat vermeden yeniden yola koyuldular. Dışarıdan bakıldığında dikkat çekici görünmüyorlardı.
Önde oturan Defne, elindekileri arka koltuğa göndermeye devam ediyordu.
“Ya baba, ablama bir şey söyle. Ne varsa arkaya atıyor,” diye mızıldandı Mert. Daha Deniz bir şey demeden “Arka camlarda filtre var da ondan akıllım,” diye kendini savundu Defne. “Biz önde babamla kabak gibi görünüyoruz, baksana. Bir polis arabasının yanından geçersek dikkat çekeriz. Benim de ayağımın altı poşet dolu, görmüyor musun? Ama böyle de çok komik oldu baba, baksana. İnşallah biri arka kapıyı açmaya kalkmaz. Yoksa Mert’le beraber her şey yere yuvarlanacak.”
Hep beraber arabayı çınlatan koca bir kahkaha attılar. Deniz bulundukları hali hatırlayıp hemen durgunlaştı ama Defne güle oynaya konuşmaya devam ediyordu.
“Aldıklarımızı arabaya doldurmayı ve arabanın kapılarını kapatmayı başardık da eve vardığımızda bunları nasıl boşaltacağız? Bir de bunları mutfağa taşıyacağız, değil mi baba? Bak baştan söyleyeyim, ben eve gidince önce ayaklarımı uzatıp dinlenirim sonra arabayı boşaltırım. Ayaklarımın altı öyle dolu ki bacaklarımı kımıldatmadan nasıl gideceğim o kadar saat, hiç bilmiyorum.”
“Çocuklar işte. Bunu bile eğlenceye çevirdiler,” diye düşündü Deniz. Son saatlerin hızlı temposunda yorulmuştu. Çocuklar neden böyle apar topar yola çıktıklarını merak ediyorlardı. Bugün yaşananlar hakkındaki ısrarlı sorularını “Öyle gerekiyordu,” yanıtını vererek geçiştirdi. Deniz aslında pek de fazla bir şey bilmediği için cevap veremiyordu. Bildiklerini de söyleyemiyordu çünkü Nermin kimseye söyleme, demişti. Yol uzayıp gidiyordu önlerinde. Korkudan pencereleri bile açmıyordu. Çocuklar yola çıktıklarından beri fıkır fıkır kaynıyorlardı. Durup dururken, aklına bir şey gelen basıyordu feryadı.
“Yarın okul korosunun seçmeleri vardı ama!” diye mızırdadı Mert. Ardından “Benim de gelecek hafta piyano konserim var baba. Ona yetişemez miyiz?” diye sordu Defne.
Bu nesile laf anlatmak ne kadar zordu. Deniz, demokratik bir ev ortamında çocuk yetiştirmiş olmanın zorluklarını yaşıyordu. Soruların hiçbirine cevap vermedi. Önceleri çocuklar birbirlerinin sorusuna cevap verdiler ama sonunda onlar da pes etti. Kimsenin sohbet etmeye hevesi kalmamıştı. Arabanın içi sessizdi ve herkesin kaşları çatık bir halde yola devam ediyorlardı. Bir süre sonra sessizlikten sıkılan Deniz radyoyu açtı. Şarkılı türkülü bir şeyler ararken haberlere rastladı. Duydukları hepsini altüst etti.
“… toplum sağlığını koruma amacıyla ateşi olan vatandaşların evlerinden çıkmamaları konusunda kesin bir dille uyardı. Kırk beş yaşın altındaki kişilerin de kendi güvenlikleri açısından evden çıkmamaları tavsiye edilmektedir. Bugün saat on üç otuz itibariyle ilan edilen olağanüstü halin ne kadar süreceği henüz açıklanmadı. Yarından itibaren ilk, orta, lise ve yükseköğrenim olmak üzere tüm okulların tatil edildiği bildirildi. Konu hakkında gereken önlemlerin alındığını ve yeni gelişmeler oldukça vatandaşlara bilgi verileceğini söyledi. Evet sayın dinleyenler, olağanüstü halin sokağa çıkma yasağı olmadığını belirten Sağlık Bakanımız Sayın Atalar, vatandaşlara kalabalık ortamlardan uzak durmaları konusunda uyarıda bulundu.”
Çocukların gürültüsü radyonun sesini bastırıyordu.
“Ne oluyor baba? Ne olağanüstü hali?”
“Ben bir şey anlamadım abla. Baba, ne diyor bu kadın?”
“Çocuklar! Biraz susun da anlayalım ne olduğunu,” diye sert çıkıştı Deniz. Diğer kanalları da gezdi. Tüm radyo kanallarındaki spikerler benzer cümleleri tekrar ediyordu. Sonrasını dinleyemedi, kapattı radyoyu. Neden böyle apar topar evden çıktıklarını anlamıştı nihayet. Olağanüstü halden ve Ankara’dan kaçıyorlardı. Saate baktı, ikiyi geçiyordu. Şu an Ankara’da olduğunu hayal etti, en çok da marketlerin nasıl talan edileceğini. Tam zamanında alışverişi bitirip çıkmışlardı. İki saat, o çok kıymetli iki saat alışveriş yapmaya ve yola çıkmaya, yani hayatlarını kurtarmaya yetmişti. Benzin istasyonundaki kalabalığı görüp yeniden şükretti haline. Yeni doldurduğu depo onları Edremit’e çok rahat götürürdü. Bu arada çocuklar da susmuş radyoyu dinliyordu. Haberleri duyduktan sonra sorularının içeriği de değişmişti. “Annem ne zaman gelecek?” gibi cevabı olmayan soruların yerini “Olağanüstü hal nedir baba?” gibi daha kolay sorular almıştı bile.
4 Nisan 2024, Nermin
Çiçek tanısı konan hemen tüm hastaların