“Bak onu düşünen olmadı sanırım,” diye güldü Deniz. “Bu konuda bir sürü komplo teorisi var tabii ki. Bazıları diyor ki bir grup bilim insanı önce bu virüsün aşısını geliştirip kendilerini aşıladılar sonra da bu virüsü dünyaya saldılar. Küresel ısınma ve çevre kirliliğiyle ilgili uyarıları dikkate alınmayan bir grup çevreci bilim insanının bu virüsü geliştirdiği fikri de başka bir söylenti. İddiaya göre bu bilim insanları virüsün ulaşamayacağı bir yerde birkaç sene saklandıktan sonra meydana çıkacaklar ve insanlardan temizlenmiş olan dünyayı yeni baştan kuracaklar.”
Defne sinirden gülüyordu. “Gülme öyle kızım,” dedi Deniz, “söylenti dedim ya. Benim de hiç aklıma yatmıyor.”
“Ne saçma. Böyle bir şey Nuh’un Gemisi’nin kötü bir taklidi olur ancak. Yeterince yaşayabilirsek neler olacağını görürüz belki. Peki sence bunlardan hangisi doğru baba? Sen ne düşünüyorsun?”
“Benim ne düşündüğümün pek bir önemi yok ki kızım. Sebebin ne olduğunu bilmek sonucu değiştirmiyor çünkü. Tüm iddiaların içinde en kötüsü ve maalesef en gerçekçi olanı biyoterörizm. Dünyada sadece iki merkezde saklandığını zannettiğimiz virüs, başka bir yerde potansiyel biyolojik savaş ajanı olarak bu zaman için bekletilmiş olabilir. Virüsün aşılamalar tamamen bittikten kırk dört yıl gibi kritik bir süre geçtikten sonra çıkmış olmasının, biyoterörizmden başka bir açıklaması olamaz zaten. Sana az önce de söylediğim gibi virüsün etkileri bu kadar geniş çaplı ve korkunç olunca yapan veya yaptıranlar da çıkıp ‘Ben yaptım,’ diyecek cesareti bulamamıştır belki.”
Defne’den itiraz gelmedi bu kez. Anlatılanlar kafasını karıştırmış gibiydi. Biraz dinlenip anlatmaya devam etti Deniz.
“Biyolojik silahların kullanımında en önemli basamak kullanılan silahın kullananı vurmayacağından emin olmaktır. Dünya üzerinde bu virüsten etkilenmeyen bir millet, bir grup bilinmiyor şimdilik. Belki de var ama biz henüz bilmiyoruz.
Sonuçta kimin, ne amaçla böyle bir virüs yarattığı hâlâ açıklanmadı yavrum. Salgından önceki altı ay içinde, birçok viroloji uzmanının ve enfeksiyon hastalıkları uzmanının kaybolduğu haberi çıkmıştı. Medya o zamanlar bu olayın üzerinde çok fazla durmadı ama annen enfeksiyon hastalıkları uzmanı olduğu için durum onun dikkatini çekmişti. İşte o doktorların bu iş için kaçırıldığı düşünülüyor şimdi. Hepsini olmasa da içlerinden birkaçını bir şekilde ikna edebilmişler anlaşılan. Tam olarak bilmiyoruz tabii, dediğim gibi sadece tahmin bunlar. Az önce senin de söylediğin gibi, yeterince uzun yaşayabilirsek gerçekten neler olduğunu öğrenebiliriz.”
“İyi de baba, benim kafama yatmayan da bu. Bilim insanlarının virüsler üzerinde araştırma yapmasının amacı aşı geliştirmek veya hastalığın tedavisi için ilaç üretmek falan olmalı, değil mi? Bir bilim insanı nasıl olur da bu kadar ölümcül bir virüs yaratır? Böyle bir şeyin olabileceğine inanmıyorum ben.”
“Maalesef kızım. Salgın yapan bu virüs geçmişte böylesine ölümcül değildi. Günümüzde yaşanan bu salgın yüz yıl önceki virüslere oranla daha bulaşıcı ve daha ölümcül. Bu da virüsün biyolojik silah olarak geliştirildiğini, işin uzmanı mikrobiyologlar tarafından, yüksek teknolojiye sahip bir laboratuvarda üretildiğini düşündürüyor. Eski bir silah, imha gücü çok daha yüksek bir silah haline getirilmiş senin anlayacağın. Bunu da ancak bu konuda uzman bir bilim insanı yapabilir. Birinin kafasına silah dayadıklarında ya da sevdikleriyle tehdit ettiklerinde neler yapabileceğini tahmin etmek kolay değildir.”
Defne “Anlıyorum,” dedi yavaşça. Daha on sekiz yaşındaydı. Bu yaşlarda ya doğru vardı ya da yanlış. Bu yüzden ne olursa olsun iyi birinin böyle bir şey yapmaya mecbur kalmasını kabul edemiyordu içten içe.
“Virüsün insandan insana bulaşması damlacık yoluyla oluyordu. Yani tehlike, nefes aldığımız her yerdeydi. Bilinen diğer virüsler dış ortamda genellikle iki-üç saat canlı kalırken bu virüsün çok daha uzun süre canlı kaldığı anlaşıldı. Hatırlarsan, toplu taşıma araçları ülkemizde ilk vakalar görülür görülmez yasaklanmıştı. Okullar da tatil edilmişti. Tüm bu önlemler çok yerindeydi ama maalesef yeterli olmadı. Kısa bir süre sonra sokağa çıkma sınırlaması başladı. Ancak bundan sonra yeni hastaların görülme hızı gözle görülür düzeyde azaldı.”
“Evet, ne korkunç günlerdi baba. Haberlerde kısaca geçilen hastalık, birkaç hafta içinde tüm dünyayı saran salgına dönüşüvermişti. İyi ki bunlar olmaya başladığında biz buradaydık. Burası o kadar ıssız bir yer ki virüsler bile gelmemiş.”
Son sözlerini o kadar safça söylemişti ki Deniz, neden buraya geldiklerini hiç anlatmadığını hatırladı. Kesin talimatı vardı çünkü Nermin’in. Kendisinden hiç beklenmeyen bir tarzda ve kendisinden hiç duyulmamış bir şekilde söylemiş, neredeyse emretmişti. “Seni bugün aradığımı hiç kimseye söyleme!”
Ama şimdi işler değişmişti. Defne’ye her şeyi anlatması gerekiyordu.
Dört ay öncesine kadar monoton bir hayatları vardı. Ev, iş ve okul üçgeninde yaşayan, sıradan bir aileydiler. Deniz ne kadar da özlüyordu şimdi o “monoton” günleri. Eskiden de öyle çok televizyon seyretmezlerdi ama televizyon tamamen hayatlarından çıkalı aylar oldu. Salgın başladığında çoğu kanal “yayınlarımıza geçici süreyle ara veriyoruz” duyurusuyla yayınlarını durdurdu. Bir süre sonra “Ne olursa olsun, habercilik devam etmeli” diyen birkaç kahraman televizyoncu da hastalığa yenik düşünce tamamen sessizliğe gömüldü ekranlar. Son zamanlarda, haftada iki kez verilen radyo yayınlarına şükrediyorlardı. Yoksa Mert’in dediği gibi, evlerinin ıssız adadan farkı kalmayacaktı. Sessizliği yine Defne böldü:
“Daldın yine baba. Ne düşünüyorsun? Bazen kendi kendine konuştuğunu duyuyorum. Beni korkutuyorsun.”
“Yok be yavrum, korkacak bir şey yok.” İkisi de güldü. “Sana söylemem gereken bir şey var,” dedi Deniz. Nereden başlayacağını bilmiyordu.
“Biliyordum, biliyordum işte,” diye oturduğu yerden fırladı Defne. “Benden bir şeyler gizlediğinizi biliyordum. Anlat artık baba.”
Tepesi attığı zaman hep yaptığı gibi ellerini beline dayamıştı yine. Bu duruşu Deniz’e Nermin’i hatırlatmıştı.
“Peki o zaman. Sen istedin. Hazır mısın bu gece uykusuz kalmaya?”
Kocaman gülümsedi Defne. Gülünce bütün yüzü gözlerinden başlayarak aydınlanırdı.
“Hayatımız seni telefonla aradığım o öğleden sonra alt üst olmuştu. Nisan ayının ilk günleriydi hani. Salgının başladığı ilk zamanlardı. O gün öğle yemeği için odamdan çıkmak üzereydim ki annen aradı. Telefonu açtım. Annenin sesini hayatımda ilk defa bu kadar endişeli duyduğumu hatırlıyorum. Sakin olmaya çalıştığı belliydi ama çok hızlı konuşuyordu.
‘Hayatım, sabahtan beri Sağlık Müdürlüğü’nde toplantıdaydık. Ancak şimdi arama fırsatı bulabildim. Söyleyeceklerimi çok dikkatli dinle, tekrar etme fırsatım olmayacak. Hemen eve geç. Bu arada Defne’yi ara, Mert’i okuldan alıp mümkün olduğunca çabuk eve dönsün. Evde buluştuğunuzda hızlıca bir plan yapın. Yakınlardaki birkaç küçük markete çocuklar gitsin. Büyük marketlere de sen git. Uzun zaman, belki aylarca yetecek kadar gıda depolamanızı istiyorum. Anladın mı?’ İyice meraklandım. ‘Peki, ama neden?’ diyecek oldum ama o aynı hızla konuşmaya devam ediyordu, ben de sustum.
‘Açıklama