“Şöyle, elinizin içinde tutunuz. Şu dişliyi başparmakla çeviriniz… Hah, evet, çeviriniz. Yok efendim, eğri tutunca kuvvet almaz. Şöyle tutunuz…”
Ne kadar anlattımsa da olmadı. O, bir zamanların düğmesine basınca açılıp yanan çakmaklarını öğrenmiş ve aklı oraya ilişmiş kalmış. Bunun da öyle yanacağını sanıyor ve ben anlattığım, kendisi de gördüğü hâlde gene çakmağın ötesine berisine basıyor.
“Beyefendi, bu o cins çakmaklardan değil. Bunun kapağını elle açıp çarkını çevirmeli. Bu elinize alınız. Hayır. Başparmağınızla çevirin. Hah, evet, evet!”
Gene olmadı, yakamadı. Çakmağı bana vererek:
“Ben bir çakmak alayım, diyordum. Ama pratik bir şey değilmiş.” dedi.
Ben oturup ağlamak istedim. Dünyada bundan daha kolay, daha pratik ne vardır acaba? İnsanın bu kadar beceriksizliğe güleceği değil ağlayacağı geliyor.
Dünkü dosya meselesini anlayıp anlamadığını öğrenmek için:
“İster misiniz?” dedim. “Tamirat dosyası burada. Getireyim görür müsünüz?”
“Hayır.” dedi. “Siz kâğıdı bulup yerine koydunuz ya…”
“Koydum.” dedim.
“Eh, dursun.”
Anlaşılıyor ki işi kavrayabilmiş. Düşündüm, “Kendisine bir de çakmak alıp hediye etsem, evde kendi kendine oynaya oynaya öğrenir.” dedim. Ve bir çakmak aldım, doldurdum, çakmağını düzelttim, evine gittiğim bir gün masasının üstüne bıraktım. Birkaç gün bekledim, haber yok. Evdeki hizmetçi kadına sordum. Bir gece sabaha kadar çalışmış, becerememiş. Olmadı. Çakmağı tutturamadık. Bir uğradığım zaman çakmağı geri aldım ve kendi kendime de şaştım. Yeryüzünde bu kadar beceriksiz, zavallı adam olacağını da hiç sanmazdım. Asıl şaşılacak tarafı, bizim müşavir bey keman çalar. Hem kötü de çalmaz. Kendi kendini pek güzel eğlendirir. Evine gittiğim günlerde bana keman dinlettiği de olmuştur. Nasıl oluyor, ben bir türlü anlayamadım. Bir çakmağı açıp ateşleyemeyen bu adam kemanı nasıl çalıyor, notayı nasıl öğrendi? O, kemanı çenesinin altına sıkıştırmış, dudaklarını uzatmış, yanakları büsbütün sarkmış, ufacık gözleri notada bir sanat eseri çalıyor, ben de nasıl olup da beceriksiz parmaklarını bu kemana alıştırdığını düşünüyorum. Belki gençken bugünkü gibi değildi.
Bizim müşavirin babası hariciye memuruymuş. Kendisi İsviçre’de doğmuş. Bir zaman Türkiye’de okuduktan sonra Fransa’ya gitmiş, orada okumuş, kemanı da orada öğrenmiş.
Bu adam, çok işlerini kendisi yapamaz. Tırnaklarını kendi kesemez, haftalarca düşünmedikçe, bana sormadıkça bir arşın kumaş alamaz. Biraz karışık bir iş karşısında kaldı mı, beni çağırır. İmza koymak için aylarca yanında sakladığı kâğıtlar vardır. Gelip giden, işini arayan iş sahiplerini atlatmak, savmak da bana düşer. Bu hâlleri bilen arkadaşlar, benim adımı “Müşavirin Dadısı” koydular. Neden lalası değil de dadısı? Bunu ben de bilmem. Ama müşavirin çok işleri oluyordu ki kalemde bana koydukları ada ben kendim de razı olacak oluyordum. Mesela, bakınız, bir gün kendisi kalemin kapısından bakıp beni çağırdı. Kendi odasına götürdü. Yüzünden anladım, çok sıkılmış. Dedi ki:
“Affedersiniz, bu bizim odacıların hiçbiri meydanda yok. Nereye savuşup gidiyorlar? Şeyi kapamış gitmişler.”
“Neyi kapamışlar?” diye sordum.
Sıkıldı, zaten sıkışmış:
“Şeyi efendim.” dedi, “Yüznumara kapalı. Açmak istedim, açılmadı.”
“İçeride biri olmasın?” dedim.
Onun aklına gelmemiş. Durdu:
“Ha, evet.” dedi. “Affedersiniz, benim aklıma gelmedi. Affedersiniz, ayıp oldu.”
“Neden ayıp olsun efendim.” dedim. “Kapıyı açmadınız ya!”
“Açmadım ama olsun! Ben kimseyi rahatsız etmek istemem.”
“İsterseniz odacıya tembih edeyim, içeriden çıkana itizar6 etsin.” dedim.
Düşündü:
“Bilmem!” dedi. “Çirkin oldu. Ben kimsenin rahatsız olduğunu istemem. Odacı, şey edebilir mi?”
“Efendim, bunda yapamayacak ne var? Kapıya dikerim, eğer içeride biri varsa çıkarken ‘Pardon.’ der.”
“Pardon ama neye pardon?”
“Siz içerideyken müşavir beyefendi kapıyı kurcalamış, ‘Pardon.’ der.”
“Odaya kadar teşrif etseniz de orada konuşsak.”
“Emredersiniz ama içeride olan bizi bekler mi?”
Müşavir düşündü:
“Evet.” dedi. “Ne yapalım?”
Mesele ağır. Ben de düşündüm. Sonunda gene ben buldum.
“İsterseniz.” dedim. “Odacıyı dikeyim, çıkanın kim olduğunu görsün, gelsin bana haber versin. Sonra, emriniz olursa gider, kendisine söylerim.”
Anlamadı.
“Yok.” dedi. “Odacı eliyle ‘esküz’ olmaz. Ya ben kendim söylemeliyim yahut siz benim yerime söylersiniz.”
Baktım, anlatmak güç olacak.
“Peki.” dedim. “Siz teşrif buyurun ben temin ederim.”
O gitti. Odacıyı çağırdım:
“Gel Kasım buraya, dur şurada. İçeriden kim çıkarsa gel bana haber ver. Ben müşavirin odasındayım.” dedim.
Müşavirin odasına girdim. O, masası başına oturmuş düşünüyordu.
“İçeride kim olduğunu haber verecekler. Tarafınızdan gider itizar ederim.” dedim.
“Yanlış bir şey olmasın da.” dedi.
“İsterseniz çıkan adamı buraya çağırtayım.”
“Bilmem.” dedi. “Düşünelim. Eğer pek ufak bir memur ise sizin demeniz daha doğru olur.”
“Efendim, hiçbir şey söylemesek ne olur.”
“Hiçbir şey söylemesek… Bilmem! Nezakete muhalif olmaz mı?”
“Efendim, içerideki adam kapıyı sizin karıştırdığınızı nereden bilecek?”
“Olsun, ben biliyorum ya…”
“Siz bilirsiniz!”
“Hayır, ben sizinle istişare ediyorum, kimsenin rahatsız olduğunu istemem de!..”
Biz müşavirle müzakerede iken hademe geldi, haber verdi. İçeride olan bizim ikinci daire müdürüymüş. İçeride olanın hatırlıca bir memur olması müşaviri daha ziyade pirelendirdi. Baktım ki eğer af dilemezse rahat edemeyecek.
“Beyefendi.” dedim. “Siz bana müsaade buyurunuz. Ben gider müdür beyi görür, şimdi meseleyi bitiririm.”
Hemen odadan çıktım. İkinci daire müdürünün yanına gittim. Odasına, Alman Yahudisi kılıklı bir herif, bir de tercüman kabul etmiş. Konuşmak üzere eğildim, kulağına:
“Beyefendi.” dedim. “Zatıaliniz demin dışarı çıkmışken müşavir beyefendi dalgınlıkla kapıyı karıştırmış. Hiçbir kasıtları olmadığı hâlde sizi