O zaman İstanbul’da karpuz arabaları, kâtip arabaları bile yoktur. Silahtarağa’ya öküz arabaları ile gidilir. Bu arabaların tekerlekleri ve dingil üstündeki yastık ağaçları gayet yüksektir. Araba altındaki boyalı, ufak bir merdivenle arabaya çıkılır. Araba da yeşilli, sarılı, kırmızılı boyanmıştır. Boyunduruğun zevleleri uzun ve birbirine mahyalanan gevşek zincirlerle bağlıdır. Kara sicimden iki büyük, iki küçük dört püskül bu zincirlerden sarkar, sallanır. Bunların arasına bakır paralar, pullar, boncuklar da takarlar.
Arabaları, sabah ezanında konağın kapısından sokar, binek taşının önüne kadar çeker, öküzlerini ahıra götürürler. Arabanın üstündeki eğilere kaba hasır üstüne püsküllü kırmızı ehramlar örterler. Arabaların içine çifte çifte döşekler üstüne seccadeler, kilimler konur.
Yukarıda herkes, evden gideceklerle misafir hanımlar hazırlanırlar. Yaşmaklar, turuncu feraceler, çedikler, pabuçlar giyilir. Okunur, üflenir, kazasız belasız dönüp gelinirse şartı ile adaklar adanır. Baş arabaya büyük hanımı yerleştirirler. Tazeler yüksük takar, kınalar yakınırlar, sürmeler, rastıklar çekilir, yaşmaklanır, hazırlanırlar. Büyük hanımı götürecek arabacıya tembih olunur:
“Aman evladım arabacı başı, sakın koşturma, e mi!”
Öküzler koşulur, dolan araba çekilir, sokakta ötekilerini bekler. Dolan arabalar bir katar olur. Arap köle midilliye biner, arabaların yanı sıra gidecektir. Başında ufak kavuğu, dar destarı, cübbesi ile büyük hanımın sevgili torunu Abdülkadir Çelebi araba içinde büyükanasının yanında sıkışmış ağlar, midilliye binmek ister.
“Ah ya Rabbi, nasıl bindireyim? Sen daha çocuksun, yavrum. Olmaz ki…”
Arabanın yanına lalası yaklaşır, midilli yerine Çelebi’yi kendi sırtına almak ister. Çocuk istemez. Kadınlar teşvik ederler.
“Bak yavrum, midilliden binkat iyi! Keşke benim de bir lalam olaydı da beni de arkasına alaydı…”
Güç bela çocuğu kandırırlar. Bıyıkları burma, enseleri kalın, baldırları çıplak arabacılar öküzleri yedeklerler. Arabalar, taştan taşa sekerek, sarsılarak yola düzülür. Gene okur üflerler. Kafile, Edirnekapı’dan Ayvansaray, Eyüp, Bahariye’den Silahtarağa’ya gider. Orada konaklanılır, kuzu çevrilmeye başlar, helvalar ateşe vurulur, biraz sonra halayıklar bir top şalı kenarlarından tutup bir daire çevirir, şaldan bir duvar yaparlar, hanımlar da bu duvar içine girip yemek yerler.
İkindi vakti dönülür. Yatsı zamanı geç kaldıklarında binbir korku içinde konağa dönerler, bir hafta “yol ertesi” olur, yorgunluk çıkarırlar…
DONNA ALVONZA’NIN SÖYLEVİ
Genç beyler etrafında döndüler, içlerinde beğendikleri, istedikleri, sevecekleri de oldu; bekledi ki ona evlenme lakırtısı edenler olsun. Olmadı ve bu bekleme senelerce sürdü; kime biraz alıcı gözü ile baktıysa onlar korkup kaçtılar. Yalnız, elli yaşında bir ihtiyar ki bu hanım kadar torunları olduğu hâlde nasılsa gönül vermiş ve umulmaz bir derde tutulmuştu, bir gün ona bütün cesaretini toplayıp evlenme teklif edince kabul etti. Gelin oldu, düğün ziyafetinde herkes, “Gelin şen görünmüyor, kabahat kocasında.” diye bağırdığı zaman ayağa kalktı ve:
“Gelinler nutuk söyler mi?” dedi. “Söyler. İşte ben söyleyeyim de bakınız.”
Herkesin hayretten ağzı açık kaldı. Gelin aşağıdaki sözleri söyledi:
“Hanımlar, beyler, bizim kurmaya hazırlandığımız ailenin mesut olmasını istemek ve bizi pek kolay olmayan hayat yolunda kuvvetlendirmek için ettiğiniz zahmete ve gösterdiğiniz dostluğa, kocam ve ben derin teşekkürlerimizi, minnetlerimizi arz ederiz.
Karı koca arasında geçim ve aile saadeti denilen ve bazıları için çekilemez bir yaşayış demek olan biraz sessiz, biraz her günü birbirine benzeyen hayat, pek güzel takdir buyurursunuz ki karı kocadan her birinin kendi meraklarından, aksiliklerinden birazını bırakması, eşinin merak ve aksiliklerinin birazına katlanması ile olur. Bu şart olmaz, herkes kendi kötü huylarını ortaya istediği gibi dökecek ve karşısındakininkileri çekmeyecek olursa geçim olacağını ve aile hayat ve saadeti denilen sessiz yaşayışın doğabileceğini düşünmek boşuna olur. Eğer benim söylemekte olduğum fikirlerin şu söylediğim kısmı bu sofra etrafında toplanan dostlar cumhuru tarafından kabul olunursa -ki çoğu evli hanımlar ve beylerdendir- onlar da reylerini kısaca söyleyebilirler. Söylesinler. Hanımlar, söyleyin, iş iki başlı olmazsa olur mu? Karısının hastalıklarını, sıkıntılarını anlamak istemeyen, hep kendi dediklerini yapmaya uğraşan ve yapan erkekle geçim olur mu? Olsa da artık ailenin yükünün en büyük kısmını omuzlarına alan kadın için yaşayışın lezzeti kalır mı? (Nutkun burasında bütün evli hanımlar ağır bir çehre ile gözlerini çevirip kocalarına bakarlar ve ‘İşte bak, gördün mü? Bunları da ben söylemiyorum ya!’ demek ister gibi görünürler.) Beyler de söylesinler. Eh, erkekliktir, ne yapalım, tabiat, yaratılış onları biraz -nasıl demeli? Şımarık demek fazla olur- haşarı yaratmak istemiş. Bu haşarılık evine, muhabbetsizliğe kadar giderse kadının bunu görmezlikten gelmek hakkı olmadığını beyler de tasdik ederler. Çünkü evde kabul olunmuş hakları ve borçları vardır. Erkek, bunlardan boyun kaçıramaz. Ama ufak tefek haşarılıklar olur, hanımlar da bunları görmezlik ederse o evde geçim olur mu? (Nutkun burasında erkekler karılarının yüzlerine bakarlar.)
Olur mu? Olmazsa, demek oluyor ki benim söze başlarken dediğim fikirleri dostlar cumhuru kabul ediyorlar ve ediyorlarsa o hâlde nasıl karı koca seçilmeli ve aranmalı yahut daha doğrusu nasıl aranmalı ve seçilmelidir ki aile içinde rahatlık fazla olsun?
Görüyorsunuz ki hanımlar ve beyler, bu sözlerimde sorduğum sualin cevabı da vardır. Bunu daha açık anlatmak istersem şu hülasa çıkıyor: Genç hanımlar, eğer ev rahatlığı görmek ve çok yalan işitmemek isterlerse kendilerini kolaylıkla evlerine tahsis edebilecek beylerle evlenmelidirler. Beylere gelince; kendilerini evlerine bağlayacak, gözlerini dışarıda bırakmayacak hanımları aramaları doğru ve hayırlı olur. Zaten, vaziyetin her türlüsü de erkeklere muvafık olduğu için onlarla çok uğraşmak istemiyorum, sözümün çoğunu hanımlara saklıyorum. Görüyorum ki hanımları her yerde genç beylerin hayalleri takip ediyor. Bir-iki sadakat yemini ile istedikleri emniyeti bulduklarını sanıyor, kendilerini hayatın tecrübelerine ve imtihanlarına vermemiş yahut vermek istemiş de ikmale kalmış gençlere teslim ediyorlar. Sadakat yemini, ahdi, andı onlara yetiyor. Düşünmüyorlar ki sevmek insanın elinde olan bir şey değildir. İnsan isteyerek sevemez ve zaten geçen bir şey için yemin olur ama geleceğe yemin olmaz. ‘Ben seni sevdim ve seviyorum.’ yeminine inanılsa doğru olur. Ancak ‘Seveceğim.’ de yemin olmaz. Bu olmayacak yemini gençler ne coşkunlukla eder, hanımlar ne tatlı tatlı dinler ve ne kadar sevinirler. Yemine inanmak için de bir garanti ister. Yaratılışın iktizaları yemin ile muvazi gitmelidir. En büyük garanti budur. Bu hâlde yemine bile hacet yoktur ya! Ayakları tutuk bir at için ‘Koşamaz!’ diye herkes yemin edebilir. Hatta yemine bile hacet yoktur. Ama genç ve dinç bir at ‘Ben koşmam.’ diye yemin etse buna kolay inanmak elimizden gelir mi?
Bu meseleye genç hanımlar şüphe yoktur ki sevmek bahsini karıştırır, evlenmek için şartların mükemmel yani olgun bir erkeğin sevmek için çok defa muvafık olamayacağını söylerler. Ben de kendi kadın ruhumu bir zaman anlamayarak bu sevmek sözü karşısında durdum. Ama sonra anladım ki erkeklerde sevmek, kadınlarda da sevilmek tarafı kuvvetlidir. Erkek, ‘Beni seviyor!’ dese, bundan anlamalıdır ki kendisi o kadını seviyor. Kadın, ‘Seviyorum!’ derse o da ‘Beni