BİZİM MÜŞAVİR BEY
Bizden birkaç yüzyıl sonra gelecek adamlar, eğer kısmet olur da toprak altından bizim müşavir beyin kafa kemiğini bulup çıkaracak olurlarsa şaşacaklar… O ne iri, ne gelgelli, ne düzgün, gelecek zaman çocuklarını ne kadar düşündürecek ne okkalı bir kafadır! Düşünecekler, bunun kimin kafatası olduğunu arayacaklar, âlimler toplanacak, bizim günümüz için yazılmış kitaplar karıştırılacak, gözlük gözlük üstüne takıp kafaya bakacak, o zaman çıkacak usullerle büyük adamların ruhları çağrılıp kimin kafası olduğu tarihin karanlıklarında onlara aratılacak, bütün deliller, haberler toplandıktan sonra karar verilecek ki bu kafa, altı milyarıncı hakikat yılında buralarda yaşamış ve buralara Orta Avrupa taraflarından gelmiş bir filozof ve şairin kafasıymış…
Bu karar verildikten sonra, kafa, dünya radyolarında herkese duyurulacak ve en sonra çenesine ufak bir numara kâğıdı yapıştırılıp müzelerden birinin rafına konacak. Ben müşavir beyin yüzüne baktıkça çenesinde bu numara kâğıdını yapışık görüyor ve gelecek adamlarını yanlışlıktan kurtarmaya bir çare arıyorum.
Tepesi çıplaktır. Sol kulağı üstünden uzattığı saçlarını getirir bu parlak, yuvarlak kafanın üstüne örter. Bu saçlar da çile çile toplanır, yuvarlanır, kafanın parlak derisi parmak parmak görünür. Ufacık, yumuk mavi gözler, sarkık yanaklar, orta boy, tombalakça gövde! Masanın başında oturup kâğıt okurken görseniz bu büyük kafanın karşısında hayran kalırsınız.
Ben, müşavir beyin yerinde olsam bu güzel kafanın üstünü hiç örtmem. Bir fırsat olmuyor ki kendisine açayım. Bir gün, bilmeyerek bir çam devirdim, terzide rast geldim ve dedim ki:
“Beyefendi, bu ceket bu kadar uzun olmasa, pantolon arkadan torba gibi sarkık görünmez.”
Pantolonun arkasını pek merak etti, pek üzüldü. Ama ceketi kısaltmaya razı olmadı.
“Yok.” dedi. “İhtiyarlar gibi… Yalnız pantolonun arkası, evet! Ona terzibaşı bir çare bulmalı!”
Aklım başıma geldi. Müşavir elli beşlik olmalı ama daha bekârdır. Kendini gençlerden ayırmak istemiyor.
“Yok.” dedim. “İhtiyarlık meselesi değil. Etlisiniz de…”
“Etli… O kadar etli de sayılmam! Yalnız, evet pantolonun arkasına bakmalı. Şimdi böyle dururken pantolonun arkası görünüyor mu?”
Söylediğime pişman oldum. Terzi de bana kızdı. Herifin hakkı var, tutturdu, tam bir saat herifin canını çıkardı. O yetmiyormuş gibi bana da kötü balta oldu. Her gün, daireye gelince:
“Çağırın Sabri Efendi’yi.” der.
Ben giderim. Odacıya:
“Sen çık dışarı!” der. Sonra bana, “Birader size zahmet ediyorum ama kusura bakmayınız. (Naziktir, gönül almayı da bilir.) Sizin bu hususta zevkiniz vardır. Şimdi gene pantolonun arkası sarkıyor mu?” diye sorar.
Ben biraz geri çekilir, biraz kafamı çarpıtır, bakarım. Çünkü baştan savma atmaya da gelmez. Çakar ve gücenir.
“Sarkıyor!” yahut “Sarkmıyor!” derim.
Ama yalnız bu kadarla kalmaz, eklemek de ister:
“Kahverengi pantolon daha iyiydi.”
Kahverengi pantolonu bir kere nasılsa beğendirdim. Hep onun üstünde durur, terzilere atar tutarız. Bu, pantolon arkası muayenelerinde öğrendim ki bizim müşavir beyin eski bir de fistülü5 varmış. Arkanın torba gibi sarkmasına, biraz da kullandığı bağlar sebep oluyormuş.
“Bir ameliyat yaptırıp bundan kurtulmalı.” diyecek oldum. Baktım, hiç hoşuna gitmedi. Sustum. Ama ikide birde pantolonunu çekiştirmesinin niçin olduğunu ve buna nereden alıştığını anladım. Fazla söylemeye gelmez ki gücenir. Onu gücendirmek de benim hiç işime gelmez. Bir gün beni çağırtmış, gittim.”
“Sabri Efendi, bizim tamirat dosyası nerede?” diye sordu.
“Bendedir.” dedim.
“Tamam mı?”
“Tamam!”
“İçinden evrak eksik değil mi?”
“Hayır, değil!”
Baktım, benim söylediklerim hoşuna gitmedi. Dudakları uzadı. Anladım. Biraz durdu, eline kâğıt bıçağını aldı, sıktı, sıktı. Sonra tekrar sordu:
“İçinden bazı hesap kâğıtlarını çıkarmamışlar mı?”
Birkaç gün evvel, ben kendisine söylemiş, dosyadan bazı faturaları çıkardıklarını haber vermiştim. O zaman işitti ama sanki anlamadı; durdukça ona işlemiş. Şimdi bana soruyor. Dedim ki:
“Efendim, hesap kâğıtları değil, bazı faturalar yoktu. Size de arz etmiştim. Sonra ben aradım onları, üçüncü dairede buldum. Gene yerlerine koydum.”
Ben bunu söyleyince daha ziyade mahzun oldu. Tıraşlı yumuşak dudakları daha ziyade uzadı. Anladım, kavrayamadı. Bir zaman düşündükten sonra:
“Siz, ‘Çıkarmışlar!’ diyordunuz.” dedi.
“Diyordum efendim ama sonra gittim, aradım, üçüncü dairede buldum. Orada geçen hafta müzakere vardı; almışlar, başka kâğıtlara karıştırmışlar. Getirdim, gene kendi dosyasına koydum.”
Bir cevap vermedi. Mürekkepli kalemi ile oynamaya başladı. Biraz bekledim, sonra, görürse belki daha kolay sindirir diye:
“İsterseniz gidip getireyim.” dedim.
“Yok, getirmeye hacet yok!” dedi. “Siz kendiniz ‘Almışlar.’ diyordunuz. Şimdi gene, siz ‘Yerinde, tamamdır.’ diyorsunuz.”
“Efendim, kabahat bende mi? Yoktu, ben de ‘Yok!’ dedim. Sözümü danmıyorum ya…”
Biraz durdu, sonra:
“ ‘Danmıyorum.’ da nedir? ‘Danmıyorum.’ ne demek?” diye sordu.
“Efendim öz Türkçe.” dedim. “İnkâr etmek demektir.”
“Rica ederim, benimle konuşurken bu yeni lisanı konuşmayınız.”
“Affedersiniz, ağzımdan kaçtı.” dedim.
Gene bir zaman düşündü.
“Efendim, arzu buyurursanız, üçüncü daireden birini çağırayım, ona sorunuz.” dedim.
“İstemem.” dedi. “Ben size soruyorum.”
“Ben de arz ediyorum ama siz inanmıyorsunuz.”
“İnanmıyorum demedim. İnanamıyorum. Ama siz birbirine uymaz şeyler söylüyorsunuz. Benim fikrim de altüst oluyor. Bir şey hem yok hem var olmaz ki…”
“Efendim, kabahat bende mi? Ben dosyaya baktığım vakit yoktu. Size de arz ettim. Sonra aradım, buldum, var oldu.”
Söylediklerimi sindirsin diye bekledim. Birazcık anlar gibi olsa, eve gider, yemekten sonra Larus lügatinin resimlerine bakarken yemekle birlikte içine sindirir, anlar. Yüzüne baktık, dudakları gene uzun duruyor. Emin, rahat değil. Dosyalar gelse de görse belki biraz daha tez anlar, rahat ederdi. Ama çok tembel olduğu için dosyaları getirtip içine bakmak, kâğıtları yoklamak işine gelmiyor. Hiç ses çıkarmadım, bekledim, bekledim. Dalar gibi oldu. Tıpkı bir hasta odasından çıkar gibi sessizce savuştum.
Ertesi gün kaleme geldi. Kapıdan başını uzatıp:
“Sabri Efendi!” diye beni çağırdı. Dışarı