Düşündükçe evham zihnimi kaplıyordu; âdeta korkmaya başladım, sanki gözlerimi açsam o korkunç Hancı’nın bıçağını göğsümde bulacağımı zannediyordum. Arabacı ile Hancı, ocağın önünde konuşmakta devam ediyorlardı. Biri diğerine, bir arabacının çalınan atlarını, Tarsus’ta tutulduğunu hikâye ediyordu.
Bu nihayetsiz çöllerin ortasında, bu Hancı, nasıl dayanıp yaşıyor? Biz dört-beş saatlik yol geldik, ne bir insana ne uzaktan bir köye olsun tesadüf ettik. Şimdi biz çekilip gidince kim bilir ne kadar zaman için bu han yolcusuz, bu Hancı yalnız kalacak. Kışın buz deryalarına dönen bu ıssız ovaların ortasında, yazın cehennemden eser gibi sıcak rüzgârlarla kavrulan bu beyabanda26 insan yalnız kudurur, hayvanlaşır. Düşündükçe zihnime fenalıklar geliyor. Arabacı’dan sordum:
“Daha atlar yemlerini kestirmediler mi?” dedim.
“Hinçik, hinçik!” dedi ve dışarı çıktı. Ben de çıktım, Hancı da arkadan bizi takip etti. Bu han, duvarları yıkılmış, damları çökmüş bir harabe idi. Ortasındaki avlu eskiden taş döşemeliymiş; fakat bozulmuş, yürünemez bir hâle gelmiş. Kapının önünde bir kuyu vardı. Bir uzun ağacı mancınık gibi yapmışlar, bu kuyudan su çekiyorlar. Arabacı, beygirlerini getirdi, suladı. Sonra söverek, vurarak arabayı koştu.
Bunlar beygir değil, âdeta iki iskelet! Biz nasıl oluyor da merhamet etmiyoruz, bunlara kendimizi taşıtıyoruz? Bunlar hatta belki hastadır. Böğürleri çökmüş, kemikleri fırlamış, ayakları eğrilmiş, kulakları düşmüş, dudakları sarkmış, gazetelerde yaptıkları at karikatürlerine benziyor. Yayan yürümek kendini bu biçarelere sürükletmekten elbette ehvendir. Arabacı’ya söyledim:
“Bunlar.” dedim. “Bir gün yolda yıkılıp kalacaklar!”
O, arabasını koşmakta devam ederek:
“İyisi bize yaramaz.” diye cevap verdi ve biraz durduktan sonra ilave etti: “Yiğit atı görünce bizim elimizde korlar mı?” Hancı da bizi dinliyordu. O, benim sualim ile hiç alakadar olmayarak atın birinin çeki kayışlarını geçirmeye yardım etti ve hayvanın kurumuş sağrısına bir tokat vurarak:
“Bu İrecep’ten aldığın at değil mi?” diye sordu ve ilave ederek “Buna ne olmuş? Arıklamış!” dedi. Arabacı yanında getirdiği kovayı kuyudan doldurdu. Tekerleklere su döktü ve Hancı’ya cevap vererek:
“Aslında yufkadır!” dedi.
Araba koşulmuştu, handan çıktık, tekrar kızgın güneş altında yürümeye başladık. Havada ara sıra girdaplar oluyor ve direk gibi bir toz sütunu kırların yüzünden koşarak yükseliyor ve yerden bir kuş kalksa ufacık bir toz bulutu beraber kalkıyordu.
Ben, zihnen hep Hancıy’la meşguldüm; Arabacı’dan sordum:
“Buralarda hiç köy yok mudur?”
“Vardır.” dedi. “Dehaa! Orada Kurt, onun böğründe Alkalı.” Gösterdiği taraflara baktım, düz ova. Bomboş. Hatta belki bir tümsek bile görünmüyor.
“Köy görünmüyor!” dedim. O da baktı ve hiçbir cevap vermedi.
“Buralarda hiç yol kesip adam soydukları olmaz mı?” diye sordum.
“Geçen yıl asker kaçakları vardı ya birini Mut’ta vurdular.” dedi.
“Ya öteki?” dedim.
“O, kim bilir…” dedi. “Ne yana gitti…”
“Mut’takini kim vurdu?”
“Kim vurduğu belli olmadı.” dedi. “Geçen yıl bu Hancı’nın avradını dağa kaldırdılardı. Hancı onları Yüzbaşı’ya haber vermiş, onlar da herifin avradını dağa kaldırdılar.”
“Ee, sonra ne oldu?”
“Hiç. Karıyı parçalamışlar.”
Biraz evvel kendisinden nefret ettiğim Hancı’ya acıdım.
Bu kırlarda yaşamak ne müthiş bir şey. Karısını dağa kaldırıp parçalamışlar! Hancı hâlâ orada yaşıyor. Bir gün gelip kendisini de parçalasalar…
Şimdi bu ateş gibi yanan düz ova benim gözüme karanlık, ormanlı dereler gibi korkunç görünüyordu. Birdenbire uzakta Hasan Dağı’nın dibinde tatlı bir serap gördüm. Durgun bir su gibi görünüyordu.
Suyun boyunca uzanmış ağacın arasında, sanki büyükçe bir köy yahut şehir vardı. Acaba dünyada hiçbir göl bu kadar güzel midir? Hiçbir şehir bu kadar güzel olur mu? Ağaçlar ve şehrin gölgesi suya ne güzel aksediyordu. Şüphesiz tabiat, insanları bu ıssız çöllerden çıkarmak için ufuklarında böyle tatlı seraplar icat ediyor diye düşündüm.
Acaba Arabacı serabı biliyor mu diye merak ettim.
“Bu görünen göl neresidir?” diye sordum.
“Göl yoktur! Öyle görünür!” diye cevap verdi.
“Gölü görmüyor musun?” dedim. “ ‘Göl yoktur.’ olur mu?”
“Göl yoktur!” diye tekrar etti. “Öyle görünür.”
Anladım, daha ziyadesini o da bilmiyor, merak da etmiyordu. Sustum. Serabı seyretmeye başladım. Bu defa Arabacı söze başladı ve asker kaçaklarının bir defa kendisini nasıl yoldan çevirdiklerini, dövdüklerini, “Parayı çıkar!” diye bıçak batırdıklarını, sonra nasıl çırılçıplak soyduklarını ve sonra da ekmeğini alıp kendini bıraktıklarını anlattı.
“Ee, atlarını almadılar mı?” dedim.
“Atları n’edecekler?” dedi.
“Üstüne biner giderler!”
“Benim atlar yaramazdı!” dedi. “Arıktı. Başlarına bela mı alacaklar?”
“Ee, sen şimdi korkmaz mısın?” dedim. “Bak, bıçak batırmışlar, dövmüşler!”
“Ne korkayım!” dedi. “Dövdüler, koyup gittiler. Kaymeleri bulamadılar ya.”
“Vay, sende kayme de mi var? Onları nereye saklamıştın?”
“Sakladım.” dedi. Fakat yerini söylemedi.
“Ee… Seni kesseydiler, ne yapardın?”
“Kessin, yine de demezdim.”