“Yook!” dedi. “Lakırtının orasında dur ve sözünü de bil. Kulüpte dedikodu olmaz. Şimdi sana kulüp mulüp karıştıran var mı?”
“Ne darılıyorsun? Vazgeçtik. İstersen mebus da olmam. Hem sen sordun, şimdi de kızıyorsun.”
Mesele Sabri’nin ricatiyle4 bastırılmış oldu. Ancak hazirunda5 Hilmi’nin kulüp gayretini tahsin eden bir hâl, dudaklarda hafif bir tebessüm vardı.
Köşede, mebus olacak zat, sanki bir ders almış gibi. Nedense fikrinde projeleri taravetlerini6 kaybetmiş bulunuyordu ve bir ciddi zeminde söze karışmak için sabırsızlanırken bir dakikada sanki bütün arzuları sönmüştü.
Köşelerden birinde oturan ve nargile içen irice vücutlu, orta yaşlı, iyi çehreli bir binbaşı söze karışarak:
“E? Sabri Bey, devam!” dedi. “Daha neler yapardın?”
“Ben söylüyorum ama Hilmi darılıyor.”
Mustafa Hilmi Bey, sükûn bulmuş çehresiyle:
“Sen kulüp mülüp karıştırma, ben darılmam.” dedi.
Sabri, artık söylemek istemeyen bir tavırla:
“Ben lakırtının alt tarafını unuttum.” dedi; biraz sonra ilave ederek “Hem.” dedi. “Bir mebuslukta bir memurin nizamnamesi kabul ettirirsem yetmez mi? Başkaları da başka kanunlar düşünsünler!”
Binbaşı tekrar söze karışarak:
“Pekâlâ, mebus olduktan sonra, talih bu ya bir de nazır olsaydın o zaman ne yapardın?”
Sabri Bey, Binbaşı’dan tarafa dönerek:
“Nazır mı?” diye sordu. “Ne Nazır’ı?”
“Sen veznede değil misin? Tabii Maliye Nazırı!”
Sabri Bey, dudaklarında hafif bir tebessüm ile “Vallahi.” dedi. “Şu sözlerin latife olduğundan şüphe yok ya lakin ne yalan söyleyeyim, hoşuma gidiyor!”
Herkeste hafif bir tebbessüm vardı. Yalnız mebus olacak zat köşede kısılmış gülemiyordu. Çünkü nedense o vakte kadar nazır olmak hatırına gelmemişti. Ancak mebus olunca… Evet. Pek muhtemeldir ki insan nazır da olsun ve ya Rabbi bir nazır oluverse diye düşünüyor, âdeta rengi sararıyordu.
Çayhane halkı, Sabri Bey’e, ısrarla soruyorlardı:
“Evet, nazır olursan?”
O cevap veremiyordu.
“Vallahi, bilmem!” diyordu. “Evvela, sizlerin hiçbirinizle konuşmam! Konuşsam bile hariçte bir gören fark eder ki ben bir büyük adamım, sizler küçük. Hiçbiriniz hakkımda diyemezsiniz ki nezarete yakışmamış: böyle kahvehanelere, çayhanelere çıkmam, Serkldoryan’a7 giderim. Poker oynarım. Oralarda dolaşan büyüklerle senli benli, kırk yıllık dostmuşum gibi görüşürüm. Daha ne bileyim ben.”
Mustafa Hilmi tekrar yüzünü çevirerek:
“Bunlar hiç!” dedi. “Sen bir şey bilmiyorsun. Bak ben sana söyleyeyim, maliye nazırları istikrazlar8 aktederler.9 O istikrazlar akdolundukça nazırlara komisyonlar verilmek âdettir. Sen, kazara, Maliye Nazırı olunca elbette evvela bir istikraz akdedersin. Komisyonu cebe indirirsin.”
“Ya sonra paraları nereden ödeyeceğiz?”
“Paraları sen ödeyecek değilsin ya millet verecek, ondan sana ne, sen açıktan bir komisyon alacaksın.”
“Hilmi darılma ancak bunu ben söylesem kızardın. Malum Maliye Nazırı sizden, istikraz akdedileli de çok olmadı. ‘Herif, liraları cebe yerleştirdi.’ desene!”
“Haa. Bak orasını söyleyeyim. Sen söyleme, sen bir şey söylersen olmaz ancak ben söylerim, onun zararı yoktur. Hem bu söze hiç darılmam Neden darılayım? Bu gizli kapaklı değil ya böyle âdet olmuş.”
“Hiç de aşikâr bir şey değil ya ne ise peki, istikraz ettiğimiz ne olacak?”
“Allah Allah! Maliye memuru olacaksın yahu. İstikraz edilen para ne olur? Bütçe açığına konur. Sarf olunur. Devletin bunca maaş masrafı nereden kapanacak?”
Sabri Bey, işi daha ziyade latifeye dökerek:
“Birader benim bu nazırlık işine pek aklım ermedi.” dedi. “Hani hoşuma gitmesine gidiyor ya… Ancak ne bileyim karışık bir şey. Ben mebus olurum daha iyi.”
“Canım niçin aklın ermedi, neden karışık?” diye birkaç kişi birden soracak oldular.
“Ne bileyim? Karışık vesselam.” diye sözü kesmek istiyor gibi göründü ve biraz umumi bir sükût oldu.
Sabri Bey, biraz sokakta gelip geçenlere baktıktan sonra, bir latife olsun diye, semaverin yanında dördüncü çayını içmekte bulunan güler yüzlü, peltek dilli, yeşil sarıklı hocaya hitap edip:
“Hocam.” dedi. “Sen mebus olsan ne yapardın?”
Hoca ile çayhane halkının göz aşinalıkları eskiydi. Ancak kendisini çok iyi tanımıyorlardı. Hoca, çay bardağından dudaklarını çekerek ve gülerek:
“Geçen Meclis’te ne yaptımsa onu yapardım.” dedi.
Sabri Bey hayret ederek:
“Nasıl geçen Meclis’te?” diye sordu.
“Bayağı geçen Meclis’te. Biz de insan kıtlığında mebus tayin edilmiştik, bazı arkadaşlar bir kanun, madde madde kabul olunurken dikkatsizlik ile hem lehe hem aleyhe el kaldırırlardı. Ben, ‘Samiinden10 belki dikkat eden olur.’ diye, yalnız bir tarafa el kaldırır yahut gaflet basarsa hiç kaldırmazdım. Bu defa da intihap olunursam yine öyle yaparım.”
DEDİKLER
Vilayet Defterdarı Recai Bey, -otuz beş yaşlarında, ince uzun boylu, çiçek bozuğu sevimsiz bir adam- sabah erken evinden çıkmış. Çarşıya doğru giderken yolda Belediye Reisiyle buluştular, birlikte yürümeye başladılar. Defterdar, Reise:
“Dün neredeydiniz?” diye sordu.
Belediye Reisi -otuz beşle kırk arasında, iri yarı, ablakça yüzlü, kısa kesilmiş çember sakallı; Hukuk Mektebinde okuyup burada birkaç yıl avukatlık ettikten sonra, belediye reisi olunca avukatlığı bırakıp alışverişe başlamış, biraz da para yapmış. “Hırsızlık ediyor.” diye arkasında dağlar kadar dedikodusu olan ve “Camcının Hüsnü” diye anılıp memleketlileri arasında soysuz sayılan bir adam- Defterdar’ın sorduklarına birdenbire karşılık veremedi.
“Dün…” dedi. Biraz düşündü.
Belediye Reisi’nin ortakları vardır; fırkaya et, ot, arpa veriyorlar.
Bugünlerde ortaklar üç yüz liralık karışık bir hesap çıkarıyorlar.
Evinden çıkarken bunları düşünüyordu. Biraz kendini topladı.
“Ha!” dedi. “Mektepteydik. İnan olsun, içime doğdu: Ülen dedim. Bugün cuma, Vali Bey yeni gelen Ceza Reisi’ne Nümune Mektebini gezdirir, bizler de sürükleniriz. Evdekilere anlattık, bizi soran olursa ‘Çıktı.’ desinler. Ama Kumandan’ı görür müsün! Bir şeytanlık etmese içi rahat etmez. Ben Vali’den haber gelecek diye beklerken ‘Kumandan istiyor.’ demezler