Besim Bey, benden tasdik bekler gibi durdu, ben ne söyleyeceğimi şaşırmıştım. Onun sıska vücuduna, eğri bacaklarına bakıyordum.
O, iri kafasını bir tarafa çarpıtmış, maymun gözü gibi birbirine yakın ufacık kara gözleriyle yüzüme bakıyor ve iri dudaklarını kıpırdatıyordu. Ben sustum, o sözünde devam etti:
“Bir gün baktım, Fener kalabalık. Geziyorum. Bunlar! Arabada geçtiler. Birini arar gibi etrafa bakındılar, ben anladım. Biraz beni görse selam verecek. Selamını alsan bir bela gelecek, kan dökülecek, hiç umurumda değildir. Elim de gayet ağırdır. Birine bir tane vuracak olsam, mutlaka bir yerini kırarım. Bunları da düşündüm, hesap ettim. Hayır. Hissiz bir taş parçası gibi, sanki hiç bilmiyor, hiç tanımıyormuşum gibi durmak lazım!
Anladım, o gün bana fena hâlde içerledi. Ancak haksız. Orada delikanlı yalnız ben değilim ya! Sevmiyorum! İstemiyorum! Sen de başkasına bak! Hayır, ille ben, ille ben!
Bir-iki hafta sonra baktım: Kız zayıflıyor, bozuluyor! Yüreğim sızladı. Lakin bir taraftan da düşündüm. Yook. Metanet! Biraz zaaf göstersem ayak bağı olacak.
Evlerinin önünden geçerim. Ne zaman geçsem hissederim, pancurun arkasındadır. Hiç o tarafa bile bakmam. Metîn, yürür, giderim!
Monşer, bu kadınlar tuhaftır. Kız, bana inat olacak diye, bir genç ile gezmeye başladı. Genci bana gösterip de beni kıskandıracak güya! Alık değilim ya elbette anlarım. Ama hiç aldırmam. Azizim, iş nihayet o derece inada bindi ki kız tuttu, bana rağmen o delikanlıya vardı!
Elbette bunun itirafı bana acıdır çünkü bir kız benim için kendini feda ediyor. Kolay değil! Ancak bir taraftan da düşündüm, bu aşk oyunudur; metîn olaydı da galip geleydi. Şimdi ise ben galip geldim, ona acımakta da mana yok!
Ben doğrusu o cihetten kendi tabiatımı çok beğenirim. Kim olursa olsun, bir defa inat ettim mi… Geçmiş ola. Kendini öldürse para etmez! İşte bir tanesi de Hıfzı Bey’in gelini. Her akşam çıkar, balkonda oturur. Kimse işin farkında değil. Kadın açıktan açığa bana balta oluyor. Öyle de bir kadın ki dünyadan korkusu yok. Bir gün sokakta yakama yapışacak diye korkuyorum. Ne yaparsın, metanetten başka çaresi yok!”
Besim Bey, endişenâk19 tavırla bir lahza sustu, uzaklara baktı. Sonra devam ederek:
“Ve azizim.” dedi. “Doğrusu ben anlamam; bir kadın yüz veriyor diye bir erkek hemen metanetini kaybetti mi bence hiç. Ama macera olacakmış, varsın olsun!
Bu Hıfzı Bey’in gelini dediğim, bir gün çayırdan geçiyorum, bir delikanlıya diyor ki ‘Fikir Tepesi’ne gidelim.’ Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla! Sözün kime olduğunu derhâl anladım. İnadıma o gün Moda’ya gittik. O zavallı delikanlıya da o gün hem acıdım hem güldüm. Kim bilir zavallı delikanlı Fikir Tepesi’ne giderek ne kadar beklemiştir!
Monşer, bu kadın o kadar çalıştı, o kadar gözümün içine baktı fakat yine benimle bir çift söz etmeye muvaffak olamadı. Nasıl bendeki metanet? Ve yalnız bu kadar da değil. Bir defa, bir tanesi benim bu inadım yüzünden intihara bile teşebbüs etti. Herkes bilir bu vakayı ama. Ancak iş güya tıbbiye talebesinden birini sevmiş de babası razı olmamış, o da onun için intihar etmek istemiş oldu. Herkes böyle bilir. Hâlbuki, işte şimdi size itiraf ediyorum, o benim yüzümdendir, hem burada maruf bir zatın da kızı var!
Doğrusu evvela ben bunun arkasına düştüm. Kız aldırmıyordu. Sonra tam o başladı, ben kaçtım. O zaman, monşer, görmeliydin kızın hâlini! Mücessem bir ateş kesildi. Beni gördükçe ifrit olurdu. Çünkü nerede görsem, hiç yüzüne bakmazdım. Nihayet bir gün kaldırdı kendisini denize attı. O zaman ben de pişman oldum. Pek çok vicdan azabı çektim. Ne ise kızı kurtardılar, bir tıbbiyeli bulup nikâh ettiler. İş örtbas oldu. Ben de tövbe ettim. Şimdi Çayır’da uzaktan görsem kaçıp gizleniyorum.”
Besim Bey’i bir buçuk saat kadar dinledim. Meğer onun binlerce maceraları varmış meğer bu Kadıköy’ün, Kalamış’ın, Fener’in, Kuşdili’nin güzel hanımları hep bu Besim Bey için Çayır’a veya balkona çıkıyorlar, buna inat için birtakım gençlere iltifat ediyorlar, bunun yüzünden intihar ve buna rağmen kocaya varıyorlar imiş!
Saştım.
AVRUPA
Bir gün yine birkaç genç, bir evde toplanmışlar, kadından, musikiden, şundan bundan bahsediyorlar ve bir sene evvel Avrupa’da tahsilden dönen Kazasker Nimetullah Efendi hafidi20 Münir Bey’in sabrını tüketiyorlardı. Korkuyordu ki yine söze karışıp Avrupa’dan bahsedecek olsa hepsi birden bağıracaklar ve diyeceklerdi ki, “Yok Münir! Avrupa kâfi! Bir senedir bıktık, usandık; kardeş, bırak da biraz rahat konuşalım!” Ve böyle de diyorlardı. Ancak insafları da yok; öyle şeylerden bahsediyorlardı ki susup oturmaya imkân yoktu. Fatih’te, Taş Tekneler’de, sabık21 Divanıhümayun Teşrifatçısı Mansur Bey’in konağında, kadından, musikiden, tiyatrodan bahsolunur mu? Karşıdaki mezarlığın koca kavuklu taşları bile adama gülerler. Dayanamadı, dedi ki:
“Monşer, ben Avrupa deyince hepiniz birden kızıp haykırıyorsunuz ve benimle alay ediyorsunuz; fakat sonra yine oturup öyle şeylerden bahsediyorsunuz ki Avrupa’da birkaç sene oturmuş değil a, bir kıyıcığından gelip geçmiş bir adamın bile sabır ve tahammül etmesine imkân yoktur. Hani ben de Avrupa’dan çok bahsediyorum, onun farkındayım lakin siz de öyle şeylerden dem vuruyorsunuz ki benim Avrupa onların yanında sıfır kalıyor. Eğer benim Avrupa’dan bahsedişimi istemez iseniz, siz de bunlardan bahsetmeyiniz, iftarlık Kayseri pastırmasından bahsediniz, benim de hiç, ne aklıma Avrupa gelir ne de bahsederim. Siz, oturup da musiki, tiyatro, sanatkâr dedikçe benim gözümde de hep gördüklerim, yaşadıklarım canlanıyor. O tiyatroları tekrar görüyorum. O musikiyi tekrar işitiyorum, o hayatı baştan başa tekrar yaşıyorum; hicran, yumruk gibi gelip boğazıma tıkanıyor. Babamın bana Adapazarı’ndan bir Çerkez kızı almaya uğraştığını düşünüyorum da taşıp dökülmemek, mümkün değil. Hem düşün, Monşer! Ben Paris gibi, Berlin gibi, Londra gibi büyükşehirlerde yaşadım. Fransa’nın ikinci derecede hatta belki de üçüncü derecede şehirlerinde bulundum. Bak anlatayım: Akşam olur, temiz bir tıraş, mum gibi yanan yakalığı, gömleği giyer, smokini arkanıza takar, yeni ütülü pantolonu, parlak ayakkabıları ayağınıza geçirir, şapkanızı, paltonuzu alır, çıkarsınız. Vakit varsa, hava güzelse yayan, olmazsa bir arabaya atlar, tiyatroya damlarsınız. Tiyatroda paltoyu, şapkayı alan hizmetçi yok mu, vallahi İstanbul halkının yüzde doksanından daha temiz giyinmiştir! Bir salona dâhil olursunuz, her köşede, her münasip yerde boy aynaları konulmuştur; insan meğer pek çirkin, pek iğrenç bir şey olmalıdır ki kendini bu aynada görüp de beğenmesin. Kendinize bir bakarsınız: Saçlarınız parlak, dümdüz, iki tarafa yatmış, sakal, bıyık yok. Çehrede bir taravet. Sonra, zarf ve mazrufun bir ahengi var ki insanı, kendi kendine sevdirir. Gider, yerinize oturursunuz. Etrafta bir hayat, bir güzellik, bir koku… Hele civarınıza bir güzel hanım tesadüf etmişse!.. Lakin ne kadar çirkin olsa kendini oraya yakıştırmaya çalışmış olduğunu görürsünüz. Muzıka başlar, perde kalkar. Hıncahınç dolu koca