Veliaht, sık sık yaptığı gibi yine düşünmeye daldı, birkaç kere kaşını çatıp açtı, birkaç defa da içini çekti ve birden ayağa kalkarak Yazıcı İbrahim’in omuzuna elini koydu.
“Sözün, doğru da olsa Çalık Ahmed’in amcam oğlunu dile alması bir suçtur. O meşveret meclisinde üç-beş kendini bilmez bulunup da ona peyrev olsalardı, amcam oğlu İbrahim’in tahta çıkmasını münasip görselerdi hâlim nice olurdu?” dedi.
Ve ağzı köpüre köpüre haykırdı:
“Asla, asla affetmeyeceğim. Çalık Ahmed’in bu küstahlığını unutmayacağım. Dediklerin sahih ise ulu Tanrı da takdir etmişse bugün yarın ecdadımın tahtına onun yardımıyla çıkmış olacağım. Öyle iken kendisinden nefret ediyorum. Çünkü Âl-i Osman kanununa saygısızlık göstermiştir. Bu haltı bir defa eden adam, başı sıkılınca ve benden sıdkı sıyrılınca yine küstahlaşır, İbrahim Sultan’ı gerçekten tahta çıkarmaya çalışır. Onun için Çalık Ahmed ölmelidir.”
İstikbalin servet, şöhret, tantana ve sonsuz bir ikbal ile dolu ufuklarını seyretmekte ve o ufuklarda rakipsiz gezmek için planlar çizmekte olan Muşkaralı İbrahim ciddi, çok ciddi bir çehre takındı, kelimelerin üzerinde dura dura cevap verdi.
“Mübarek dudağınızdan çıkan her söz bir hükümdür, mutlak yerini bulur. İlahi iradeler gibi müessir olur. Çalık Ahmed de ölecektir sultanım. Ancak fitne deryası henüz dalgalanıyor. Bu deryanın sükûna ermesi, mülkün sütliman hâline gelmesi asan değildir. Onun için cenabınız hikmet-i hükûmet icabı teenni buyurmaktasınız. Duyduklarınızı, bildiklerinizi unutmuş görünmelisiniz, ta ki fitne dalgaları yatışsın. Bugün taht u taca namzetler göstermek küstahlığını gösterenler, gaflet uykusuna yatar o vakit dilediğinizi icra buyurursunuz.”
Veliaht, çok iyi düşünen ve çok güzel konuşan basit yazıcıyı şöyle bir süzdü. Onun pırıl pırıl parlayan gözlerinde, kendi iradesini de bol bol aydınlatacak, cilalandıracak bir ışık buldu, için için:
“Akıllı adam, akıllı adam!” diye söylendikten sonra sakin sakin sordu:
“Bu Çalık Ahmed nereden çıktı?”
“Eski bir yeniçeridir sultanım. Nemse harplerinde pala salladı, birçok gürültülere karıştı, ün aldı. Kul kâhyalığına kadar yükseldi. Yolunca terakki gördüğü, ocakça sevildiği, iyi başarır bir adam olduğu için hakkı ağalıktı. Fakat Şeyhülislam Feyzullah Efendi, ocaklının başında kendine sadık kimseler bulunmasını istediğinden bir sırasını düşürdü, hiç yoktan bahanelerle Çalık’ı kâhyalıktan çıkardı, açıkta koydu.”
“Demek ki şimdi hınç çıkarmak, öç almak ister.”
“Öyledir sultanım.”
Ve bir nebze düşündükten sonra ilave etti:
“Cenabınıza ayandır ki son devirlerde ahlak son derece bozulmuştur. Allah Allah diye bağıranların Allah’a inandıkları yoktur. Hep cer için, para devşirip günlerini hoş geçirmek için Allah’tan dem vururlar. Memleket battı, devlet harap oldu diyenlerin de yüzde doksan dokuzu memleket sevgisi, devlet sevgisi taşımazlar, nefislerini düşünerek bir baltaya sap olmayı hedef edinerek hamiyet davası güderler. Yarın bu mülkün sahibi, bu halkın padişahı sıfatıyla çok şeyler göreceksiniz, çok şeyler işiteceksiniz. Ulu Tanrı’dan gece gündüz niyazım, sadık kölelere malik olmanızdır. Dışı içine uymayan karinler yüzünden ne felaketler vücuda geldiğini işte görüyoruz. Sultanımı adam seçmekte hak daima muvaffak buyursun!”
Şimdi veliahdın kafasında bir düşünce dolaşıyordu ve bu düşünce birden büyüyerek şüpheye munkalip oluyordu. Evet, Muşkaralı yazıcının pervasız bir dil kullandığına şüphe yoktu, müspet hakikatleri ileri sürdüğü anlaşılıyordu. Fakat acaba o da içi dışına uymayan ikiyüzlülerden, menfaat ardında koşan gayrisadıklardan biri miydi?
İşte veliaht birden bu düşünceye düştü, tecrübesiz bir adam olduğu için de kendini tutamayarak İbrahim’i hemen o dakikada mihenge vurmak istedi.
“Hakkın var, adam seçmekte çok titiz davranmak gerek. Padişahların bütün sıkıntıları, su-i karin yüzündendi. Öğüdünü kulağıma küpe yapacağım, para canlısı kimseleri yanıma yaklaştırmayacağım, ikiyüzlülere yüz vermeyeceğim. Lakin bana sen de yâr olmalısın, yakınımda bulunmalısın. Onun için tahta çıkar çıkmaz seni vezir yapmak isterim!” dedi.
Yazıcı İbrahim hemen yere kapandı, veliahdın ayağını öptü.
“Sultanım, teşekkür ederim ama bir niyazım var. İzin verirsen arz edeyim.” dedi.
“Söyle.”
“Ben kulunu bir zerre sayıyorsan bu zerreyi mesut görmek istiyorsan bu fikirden vazgeç!”
“Hangi fikirden?”
“Beni vezir yapmak fikrinden.”
“Niçin?”
“Ben haddimi bilirim, aczimi bilirim, noksanımı bilirim. Onun için vezir olmayı hatırımdan geçirmem. Cenabına da ayaklarını öpe öpe yalvarıyorum. Beni vezir edip de rezil etme. O şerefi ehline ver. Ben kulunu sade bir fakir gibi kapında tut.”
Zekâ, saffeti yenmiş ve veliaht çocukça yaptığı sınamada mağlup oluvermişti. Kafeste büyümüş, dünyanın gidişine karşı kör yaşamış olan şehzade, vezirliğin büyük bir nimet olduğuna ve bütün Osmanlıların o nimete ermek için hayatlarını fedayı göze aldıklarına inanan bir gafildi. İbrahim’in böyle müstesna bir saadeti yalvara yalvara reddettiğini görünce şaşırmış, aynı zamanda mahzuz olmuştu. Çünkü bu istiğnayı onun hadşinas olduğuna, hırstan uzak bir ruh taşıdığına delil sayıyordu.
İşte bu gafil zehap ile elini uzattı, zeki yazıcıyı yerden kaldırdı.
“Peki, peki bugün için niyazını kabul ediyorum. Lakin seni mutlaka yanımda alıkoyacağım, mühim işlerde düşüncelerinden istifade edeceğim. Sırası gelince de yalvarmana falan kulak asmayıp dediğimi yapacağım.” dedi.
Ve İbrahim’in yeniden ricaya başlamaması için mevzuyu değiştirdi.
“Başka ne haber var?”
“Şeyhülislam ile oğulları Varna yoluyla Trabzon’a, oradan Erzurum’a aşırılacaktı. İstanbul’un Edirne üzerine harekete geçtiği duyulunca isyancıların gözü boyanmış olmak için herifler geri getirildi. Ağakapısı’nda hapsedildi.”
“Ne olacak sonra?”
“Ettiklerini bulacaklar, ektiklerini biçecekler.”
“Yani?”
“Öldürüleceklerdir sultanım, kurtuluş yok!”
“Hiç şeyhüislam katlolunur mu?”
“Cennetmekân pederiniz devrinde Hoca Mesut Efendi, Sultan IV.
Murat Han devrinde de Ahi Hüseyin Efendi öldürülmüşlerdi.”
“Peki ama Feyzullah Hoca’nın katline kim ferman verecek?”
“Asiler!”
Veliahdın yüzü sarardı. Fakat bu renk bozukluğu çok sürmedi. Bir şeyhülislamın ve birkaç kazaskerin ölümü üzerinde fazla durmayı lüzumsuz buluyordu, bahsi yine saltanat meselesine çevirmeyi tercih ediyordu. Bu sebeple kayıtsız görünerek