Ahmed Sultan, bu sözlerden hoşlanmakla beraber, ihtiyat göstermekten geri kalmazdı. Ellerini yüzüne kapayarak mırıldanırdı:
“İstemem, istemem. Bana taht gerekmez, taç gerekmez. Tanrı, şevketli padişahımızı başımızdan eksik etmesin. Ben onun sadık duacısıyım.”
İbrahim, sinsi sinsi gülerek sözüne devam ederdi.
“Geceler mutlak sabaha erer, gafletler de mutlak bir uyanıklığa varır. Zulüm ile abat olanların akıbet berbat olmaları mukadderdir. Cenabınız istemeyedursun. Lakin Allah istiyor ve Allah’ın istediği olacaktır.”
Sonra, veliahdın hırslarını gıcıklamaya girişirdi:
“Bu viran memleketi şenlendirmek için sulh ister, salah ister. Âl-i Osman tahtına saadetle cülus buyrulunca halkın dileğini merhamet buyurup göz önünde tutunuz. Mümkün olduğu kadar harpten uzak kalınız. Harp, yedi başlı bir ejderdir. Memleketi kurutur, çöle çevirir. Sulh ise şefkatli bir güneştir, çölü bağ yapar. Kuru ağaçlara can verir. Yine sulh sayesinde hazine dolar, her tarafta altın bolluğu belirir. Cenabınız da bu bolluk içinde üzülmezsiniz, sefayı hatırla saltanat sürersiniz, halktan hayır dua alırsınız.”
İşte bu gibi sözler, bu gibi telkinler, Ahmed Sultan’ı Muşkaralı İbrahim’e candan dost edip bırakmıştı. Her gün onu görmek, onu dinlemek isterdi. Fakat son günlerde, İbrahim görünmez olmuştu. Acaba padişah, bu biricik dostun ziyaretlerinden şüpheye mi düşmüştü? Yoksa İbrahim hasta mıydı?
Veliaht, bilhassa o mahşerî uğultunun yüreğine aşıladığı merak içinde İbrahim için geniş ve pek geniş bir iştiyak duyuyordu, onu bir-iki dakika görebilmek uğrunda birkaç kese akçe feda etmeyi göze alıyordu.
Birkaç kese akçe dedik. Çünkü Ahmed Sultan, olur olmaz zevkler ve hazlar uğrunda para kurban edecek bir meşrep sahibi değildi. Parayı okşamak, sevmek, heyecanlı bir ihtiras ile saymak için severdi. Onun gözünde para, kadın gibi bir şeydi. Sevilen kadın nasıl başkasına verilemezse para da hayati bir zaruret olmadıkça elden çıkarılamazdı.
Fakat uzaklardan dalga dalga süzülüp gelen uğultu, bütün benliğini endişeli bir merak içine düşürdüğünden ve bu merakını -en doğru bir lisan, en samimi bir ifade ile- ancak Yazıcı İbrahim’in giderebileceğine iman beslediğinden işte bu fedakârlığını da -hayalengöze alıyordu.
Veliahdın mahbesinde halayıklar, köleler vardı. Lakin onlar da kendisi gibi mahpus kimselerdi. Dört duvar dışındaki hadiselere yabancı yaşıyorlardı. Kendilerine, köşkün temelini sarsan şu esrarlı uğultunun ne olduğunu sormak manasızdı. Bu sebeple veliaht, büyücek bir oda içinde dönüp dolaşıyordu, boyuna İbrahim’i düşünüyor ve İbrahim’i sayıklıyordu.
Genç prensin, bahtı yâr imiş ki bu sayıklamadan çabuk kurtulmak imkânını buldu. Bir kölenin: “Yazıcı İbrahim kulunuz geldi, mübarek hâk-i pâyinize yüz sürmek ister.” diye verdiği haber üzerine hemen köşkün selamlık vazifesi gören kısmına geçti, orada selam vaziyeti alarak emir bekleyen İbrahim’in koluna yapıştı:
“Neredesin be adam! Gözlerim yollarda kaldı, içimi de endişe aldı. Hastasın sanıp üzülüyordum.” dedi.
Zeki köylü hemen eğildi, veliahdın eteğini öptü ve korkak bir sesle mırıldandı:
“Arz olunacak sözlerim var şehzadem. Halvet gerek!”
Ve biraz sonra baş başa kalınca anlattı:
“Gece bitiyor, gün doğuyor; İstanbul, Edirne üzerine yürüyor!”
Birden iliğine kadar titreyen şehzade, şuursuz bir tehalükle sordu:
“İstanbul, Edirne’nin üzerine mi yürüyor? Bu ne demek?”
2
Dört çifte muhteşem kayık, durgun sularda ağır ağır ilerlemeye başladı.
“Ocaklı ayaklandı, payitaht halkı da onlara katıldı, büyük bir ordu Edirne’ye doğru yola çıktı. Hırsız şeyhülislam, allem edip kallem edip işi saklamak istiyordu. Başaramadı; sır meydana çıktı, saray altüst oldu. Şeyhülislam oğullarıyla Erzurum’a sürüldü. Fakat iş işten geçmişti. Yaydan çıkan ok geri alınamazdı. Onun için şevketli kardeşiniz son çareye başvurdu; buradaki askeri sefere hazırlattı, bol para dağıtıp alay alay gönüllü yazdı. Kendi de zırhını giydi; miğferini başına geçirdi, kılıcını kuşandı. Şimdi Babaeski’ye doğru yola çıkıyor.”
“Demek duyduğum gürültünün sebebi bu.”
“Evet, Edirne mahşere döndü. Tam seksen bin kişi silahlanıyor, atlanıyor, sefere hazırlanıyor.”
“Sonu ne olacak bu işin?”
“Demin arz ettim şehzadem. Gece bitecek, gündüz başlayacak. Cenabınız da yeni günün güneşi olacaksınız.”
Ahmed Sultan, gamlı gamlı başını önüne eğdi, uzun uzun düşündü ve sonra nemli gözlerini Yazıcı İbrahim’e dikerek inler gibi konuştu:
“Şevketli kardeşim, çok muhtemel ki gazaba gelsin, beni hazfetmek istesin. O zaman, biteceğini söylediğin gece benim ömrümü saracak şu mahbes mezarım olacak.”
İbrahim’in yüzü ciddileşti, sesine başka bir ahenk geldi ve iman telkin eden o sesle dudaklarından şu cevap döküldü:
“Yapamaz. Çünkü sizin masum kanınıza bulaşacak elini yıkamadan kendi kanının da döküleceğini bilir, İstanbul’dan yola çıkanların şakası yok.”
Veliahdın sararan yüzü biraz açıldı, gözlerindeki nem kurudu. Fakat merakı ziyadeleşti, heyecanı çoğaldı, hadiselerin hakikatini anlamak ihtiyacı arttı.
“Kuzum İbrahim, açık söyle. İki taraftan hangisi kuvvetli?” dedi.
“İstanbul’dan gelenler.”
“Kardeşimin seksen bin askerle yola çıkacağını söyledin. Bu, az bir kuvvet mi? Hele başında padişah da olunca ötekiler nasıl karşı durur?”
“Buradan gidecek kalabalığın başında buyurduğunuz gibi şevketli hünkâr var. Lakin İstanbul’dan gelenlerin önünde de sancak-ı şerif çekiliyor.”
“İsyancılar sancak-ı şerifi de mi elde etmişler?”
“Evet, şehzadem. Onlar, İstanbul sarayını basıp sancağı almışlardır. Bunu yapmamış olsalardı yine galip geleceklerdi.”
“Neden?”
“Çünkü bu ayaklanmayı ilk düşünen cebeciler, talimatı Sadrazam Rami Paşa’dan aldılar. Şevketli kardeşiniz ise Rami Paşa’ya güveniyor.”
“Buna emin misin?”
“Bir-iki güne kadar cenabınızı Âl-i Osman tahtında oturur göreceğime ne kadar eminsem İstanbul’daki ayaklanmayı Rami Paşa’nın