“Düşüncelerinizin, mahz-i keramet idiği işte zahir oldu. Siz, İstanbul’a hareket için irade buyurmamış olsaydınız hâl, hayli düşvar olurdu. Halk, Çalık’la omuzdaşlarının emriyle yola çıkıldığını sanıp dedikodu yapardı. Şimdi herkes, kendi mübarek arzunuzla İstanbul’a döndüğünüzü öğrendi. Fitneciler de mahcup düştü.” dedi.
İsabetli bir hareketin şerefini padişaha tahsis eder gibi görünerek o şerefi kurnazca benimsiyordu. Fakat padişah kelime oyunları altında saklanan hakikatleri kavrayacak bir durumda değildi. Zorbalar tarafından sürüklene sürüklene saraydan çıkarılıp İstanbul yoluna atılmaktan kurtulduğu ve bu yola şerefiyle çıkmak imkânını bulduğu için bahtiyarlık duyuyordu. Bu sebeple Yazıcı Efendi’nin imalarına, telmihlerine değil, kendi neşesine kıymet veriyordu.
Şen şen gerindi: “Hakkın var. İyi düşündüm, iyi davrandım, herifleri mat ettim.” dedi.
5
Velinimetim, telaş buyurmayınız, Çalık Ahmed’i çağırıp ağzına bir parmak bal çalın!
Lakin hadiselerin birbirini takip etmesi -o sıradaki içtimai şartlara göre- zaruri idi ve padişahın Yazıcı İbrahim’e sık sık el uzatması da bu yüzden mukadder görünüyordu. Nitekim hazırlıklar bitip de padişah, saltanatının ilk alayını kurduğu, halkın ve o karmakarışık ordunun alkışları içinde yola çıktığı gün, bir yaman vaka yüz gösterdi. Sultan Ahmed’in korkudan kalbi ağzına geldi. Kırlarda ve at üstünde sadık yazıcıyı aramak zorunda kaldı. Vakıa, İstanbul’dan Edirne’ye gelmiş olan altmış bin askerle, onlara Edirne’den katılan binlerce kalabalığın -şehirden biraz uzaklaşır uzaklaşmaz- durarak ve korkunç yaygaralar kopararak cülus bahşişi istemelerinden ibaretti.
Yersiz yapılan bu talebi yerine getirmek, o kadar adama bahşiş vermek imkânı yoktu. Hazine sandıkları boştu. Allah’ın kırında para bulmak mümkün değildi. Hâlbuki bahşiş isteyenler: “Ya para verirsiniz yahut başınıza geleceklere tahammül edersiniz!” diye bağırıyorlardı. Eski padişah ve bir sürü şehzade kafesler içinde yola çıkarılmış bulunduğu için vaziyet çok nazik görünüyordu. Para alamayan askerin Sultan Ahmed’i alaşağı etmeleri ve yerine başka birini hatta sabık hünkârı çıkarmaları ihtimal dâhilinde idi.
İşte böyle bir durumda yine Yazıcı İbrahim imdada koştu. Korkudan ne yapacağını şaşırmış olan Sultan Ahmed’in yanına sokuldu.
“Velinimetim, telaş buyurmayın. Çalık Ahmed’i yanınıza çağırtın, ağzına bir parmak bal çalın, şu gürültüyü bastırmasını emredin. Biraz sonra bütün ağızlar kilitlenir; yol açılır.” dedi.
O, hayran ve perişan sordu:
“Ne balı çalayım, balı nerede bulayım?”
Yazıcı İbrahim Efendi, yalnız padişahın işitebileceği bir sesle fısıldadı:
“Onu sadrazam yapacağınızı hissettirin, yeter!”
“Bu söz, beni ona karşı borçlu düşürmez mi?”
“Düşürse bile o, alacağını arayıncaya kadar ahireti boylar.”
Sultan Ahmed, şaşkın şaşkın yazıcının yüzüne baktı. Eğer bu bakışlar, karşısındaki adamın ruhuna kadar inebilseydi çok garip hakikatlerle karşılaşırdı. Lakin kafeste büyüyüp el eliyle tahta çıkan bir Osmanoğlu’nun gözlerinde böyle bir nüfuz olamazdı. Onun için, sadrazamları devire devire Osmanlı ülkesinde sadrazamlığa yarar bir kimse bırakmamayı ve ancak o vakit sadrazam olmayı tasarlayan zeki yazıcının bu ülküye uygun olarak attığı ilk adımı sezmedi, onun içinde sıralanan düşünceleri göremedi, sadece uysallık gösterdi.
“Peki!” diye mırıldanarak zorbalar tarafından yeniçeri ağası yapılmış ve kendisinin fermanıyla da paşalığa yükselmiş olan Çalık Ahmed’i çağırttı.
“Ağa paşa, bu gürültü nedir?” dedi.
“Asker, cülus bahşişi ister padişahım.”
“Yeri mi, sırası mı?”
Ve kudretli zorbanın cevap vermesine meydan vermeden ilave etti:
“Sen ki yarın sadrazam olacaksın, bu densizliklere nice tahammül edersin? Beni yoldan alıkoyan kendini bilmezler bir gün senin de başına çorap örmezler mi? Haydi git, bu yol bilmezlere kendini tanıt!”
Çalık Ahmed’in de bütün emeli sadrazam olmaktı. Padişahın -senet verir ve hüccet imzalar gibi- o emele uygun bir taahhüt altına girdiğini görünce iliğine kadar sevindi, yüzü kıpkırmızı olduğu hâlde hemen eğilip hünkârın üzengilerini öptü.
“Bir günün, bin olsun. Çalık Ahmed kulun yolunda ölmesin de ne yapsın. Şimdi bu yolsuzların ağzına mühür vururum, seslerini boğazlarına tıkarım!” dedi.
Dediğini de yaptı. Elebaşlarını toplayıp yol üstünde bahşiş istemenin ve henüz tahta çıkmış, hazine işleriyle uğraşmaya vakit bulamamış olan masum padişahı zorlamanın “erkeğe yakışmayacağını” sert sert anlattı, bahşişin İstanbul’da verileceğine kefil oldu, gürültüyü bastırdı ve alayı yürüttü.
Yazıcı İbrahim, tehlikenin giderildiğini görünce yine fırsatı kaçırmadı, padişaha sokuldu.
“Gördünüz ya velinimetim, bir Çalık Ahmed koca bir orduyu susturabiliyor. Demek ki o, daha önce davranabilirdi, bu densizliğe meydan vermezdi. Fakat kuvvetini size hissettirmek için iptida sustu, sonra susturdu. Günahı, vebali yine kendi boynuna olsun belki gürültüyü çıkaran da kendisidir!”
Padişah, dalgın dalgın mırıldandı:
“Sana Edirne’de söyledimdi ya o mutlaka ölmelidir.”
Yazıcı da aynı sesle cevap verdi:
“Süpürge kullanılamaz hâle geldikten sonra çöplüğe atılır. Çalık Ahmed’in de henüz süpüreceği pislikler, çerler çöpler var.”
Doğru söylüyordu. Gürültünün biri henüz bastırılmışken başkası baş gösteriyordu. Bu sebeple padişah; zayıf ruhunun olanca kuvvetiyle yazıcıya sarılıyordu, o da kendi büyük ülküsüne göre bu sarılıştan istifade ederek hem ona hizmet ediyor hem kendine bir “ışıklı yarın” hazırlıyordu.
Birbirini kovalayan hadiseler içinde padişahı ürkütmek itibarıyla en mühimi, saray bostancılarının yaptığı ayaklanmadır. Edirne’den İstanbul’a sıkıla sıkıla, üzüle üzüle gelebilen Sultan Ahmed, bütün Osmanlı kalelerinden sağlam görünen Topkapı Sarayı’nda geniş bir nefes alacağını, zevke ve sefaya dalıp padişahlığın tadını çıkaracağını umarken -ayağının tozunu bile silmeden- garip, aynı zamanda korkunç bir ayaklanma ile karşılaşmıştı.
Söylediğimiz gibi bunu yapanlar saray bostancıları idi. Bostancı, saray bahçelerinin koruyucuları demek ise de bunlar müsellah bir ocak hâline sokularak gitgide padişahın muhafız alayı sayılmaya başlamışlardı. Haseki, kozbekçi, kapıcı, dolap, zülüflü ve zülüfsüz baltacılar ocaklarıyla beraber bostancılar on bin kişilik bir fırka teşkil ediyorlardı fakat hassa askerî vazifesi bilhassa bostancılara tahmil olunmuştu. Bu sebeple bostancıbaşı, “mabeyin müşiri” sayılıyordu ve bu mansıba getirilen zat, sarayın harice karşı müdafaasını omuzuna almış bulunuyordu.
Padişahların, herhangi bir müsellah hücum önünde, güvenecekleri kuvvet bostancılardan ibaretti ve onlar da fırsat düştükçe kendilerine güvenilebileceğini ispat etmekten geri kalmıyorlardı. Mesela III. Murat devrinde Sadrazam Ferhat Paşa’ya