Şıpsevdi. Hüseyin Rahmi Gürpınar. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: Hüseyin Rahmi Gürpınar
Издательство: Elips Kitap
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 978-625-6486-25-6
Скачать книгу
gönlümü aldı ya, yetişir işte… Kız kibar karısı oldu ama Allah için söylemeli, hiç kibirlenmedi. Gene benimlen eskisi gibi senli benli konuşur. Allah eksik etmesin, bizimki huysuzdur. İzin vermez ki gideyim? Hele o arabaya bindireceğini duysa hiç göndermez. Her şeysi yolunda, yalnız bir dertleri var. Çocukları olmuyor. Beyi çocuk isterim, ille isterim de isterim diye tutturmuş. Allah vermeyince zavallı Nebile ne yapsın? İlaçlar, banyolar, adaklar, türbeler, hekimler, hocalar, başvurmadığı yer kalmadı. Allah istemeyene verir, isteyene vermez. İki gözüm, sebebi sorulmaz ki? Evlenmek niyetinde olan kocalar da işte böyle çocuk derler, mocuk derler, tutturacak bir bahane bulurlar. Erkek kısmının sevgisine inan olmaz… Yok hanım yok… Koca muhabbetine bel bağlamamalı… Şimdi sana hanımcığım, karıcığım, senin için ölüyorum, bayılıyorum, der… Sokağa çıkar çıkmaz hepsini unutur. Bir güzel kadın görünce gözleri velfecri okur. En uslusunun gene gözü dışarıdadır. Nebile’nin geçenlerde bir iki hafta kadar günü geçmişti. Gebe kaldım diye kadıncağız sevincinden çıldırdı şöyle… Acele çocuk takımları filanları hazırlamaya kalktı… Hep sevinçleri beyhude oldu. Arkasından bir şey çıkmadı. Bu gebelik böyle kof çıkınca Nebile hep kederinden hastalar oldu… Döşeklere düştü… Hakkı yok mu? Kederlenmez mi ya? Vardığı vakit kocası üç yüz kuruşluk zibidi bir kâtipti… Çarşamba taraflarında o çarpık, viran, kulübe gibi evlerde az mı sıkıntı çekti? Az yoksulluk mu gördü?”

      Yaşlıca bir hanım: “Nebile Hanım’ın kocasını mutlak oynak karının biri ayartmıştır. Bir erkeğin kanında hoppalık, cebinde de dünyalık oldu mu ben denedim hanım, mümkün değil, doğru durmuyor… Erenköyü taraflarında nedir kadınların o kıyafetleri?.. O ne biçim yeldirmeler?.. Harmaniyelisi var… Aynalı biçimi var… O uzun etekler… O canım kumaşlar süpür süpür yerlerde… O pudralar, boyalar, o kabarık saçlar… O telli pullu başörtüleri! Senin kocan beni görüyor, benim kocam seni görüyor… Apaşikâre ben senin karına bakayım, sen benimkine bak… A… Bu ne mezhep genişliği? Kabahat erkeklerde değil, bizde, kadınlarda… Benim tazeliğimde bir kürsü şeyhi Mehmet Efendi vardı. İyciler Camisi’ne çıkardı. ‘Süsleneceksen ehline ayaline süslen. Giyineceksen, kuşanacaksan evinde giyin kuşan. Sokağa süslenme. Harama süslenme. Günahtır, vebaldir!’ diye bar bar bağırırdı.”

      Diğer bir kadın: “Şimdi öyle şeyhler kalmadı ya… Kalsa da dinleyen yok… Ah… Ah… Dünya pek kötü oldu. Çok şükür, gene yiyecek birer lokma ekmek buluyoruz.”

      Yaşlı hanımlar böyle gençleri, süsleri, tuvaletleri tenkit için dillerine dolamaktalarken beri yanda iki taze, guguruklu siyah kadının şıklığına hafiften dokunmaya başladılar.

      Arap’ın burun kanı al hırkası, tenteneli kolları, yakası, kumru göğsü yanardöner çarşafından dışarıya taşıp dökülüyordu.

      Haspanın o kadar gür, uzun saçı olmayacak, hemen bir onluk karpuz büyüklüğünde, başının tepesine kondurduğu guguruk eğreti saçlardan, belki siyah yünden, kırpıntılardan yapma olmak şüphesiyle dikkati çekiyordu. Hele bu süsün, tuvaletin en tuhaf, gülünç kısmı ellerde acayip acayip göze çarpıyordu. Arap yıpranmış, avuç içleri artık akçıllaşmış, parmak araları sökük siyah güderi eldivenler giymiş, sağ elinin serçe parmağına da kocaman bir akik yüzük takmıştı… Bu eldivenlere, yüzüğe ara sıra alaylı bakışlarla içlerinden kopan kahkahaların yarısını yuta yuta fıkırdayan tazelerin şu hâli Arap’ı yavaş yavaş huylandırmaya başladı. Abla nihayet dayanamayarak:

      “Kımkir kımkir ne guliyo Allah aşkina… Ne var? Açikta bir şey mi gördü? Yoksa banim suratina maymun mi oynayo?”

      Bu sual bir ufak kıvılcım ilave edilince kaynadığı kaptan taşacak hâle gelen bir su gibi o iki tazede kahkahalarını tutmaya takat bırakmadı. Birisi başını tramvayın penceresinden dışarıya çevirmek, öteki elini ağzına götürmek suretiyle boşandılar.

      Beri tarafta kadının biri Nebile Hanım’a tarif edilmek üzere uzun uzadıya bir gebe kalma reçetesi tertip ederken bir başkası da Samatya’daki “Sürpük” Ebe’yi salık veriyor, “Bu Sürpük kadın birebirdir. Kendisine bir ay devam edenin, Tanrı izniyle, muhakkak bir çocuğu olur.” diyordu.

      Bu boşanan kahkahalar üzerine hep kadınlar sustu. Dikkat nazarları o tarafa çevrildi. Kadının biri, ötekinden sordu:

      “Neye gülüyorlar?”

      “Şu siyah kadının süsünü, kıyafetini alaya alıyorlar…”

      Abla köpürdü. Başını bir tarafa çarpıtıp dudaklarını uzatarak:

      “Aa, a, a, a… Aşiftelerin zoruna bak!. Artık gule gule bayılacalar… Ne var ayo? Caniniza gülme isteyosa ban size bir şey tarif edece, ona gulüce…”

      Yaşıyla nispet edilemeyecek derecede kendisine çekidüzen vermeye uğraşmış olan hanım:

      “Zarafet, sen onlara uyma… Kişinin hâli tavrı kendi aynasıdır. Karlar yağsa kış değil mi? Kişi hâlini bilse hoş değil mi? Gülen kendine güler. Onlara kim gülsün?”

      Gülenler: “Kadın sana ne oluyor? Gülme söyleme… Artık haraççıbaşı kesildiler başımıza… Gülmek yasak mı? Gülüyorsak size mi gülüyoruz? Keyfimizin kâhyası mısınız?”

      Başka bir kadın: “Gülseler de yeri… Arap’ın kıyafeti gülünmeyecek gibi değil ki… Baksana nazlıma, eline de siyah güderi eldivenler giymiş… Kendi elinde onun, kudretten siyah eldiven var. Onun üzerine yine o renkte başkasını giymeye neden lüzum görmüş acaba?”

      Kadınların bu alaylı tenkitlerine karşı artık Zarafet’in babası, anası hep tuttu. Celallendi. “Gulunaca tuhaflik bani kıyafeti değil… Filan şeydir!” diye öyle bir kaba tarifle kendini tenkit edenlere susturucu cevap verdi ki erkekler tarafından efendinin biri güm güm tahta bölmeyi vurarak “Kadınlar, bu tarafta erkekler oturduğunu unutuyor musunuz? Ayıptır. Ağzınızdan çıkanı kulağınız işitsin!” ihtarında bulundu.

      II

      Tramvayda kadınlarla kavga ettiğinden bir ay kadar sonra idi. Bir gece Erenköyü’ndeki köşkte Zarafet Abla gözlerini açtı. Sivrisineklerin, tahtakurularının hücumuyla vücudu baştan aşağıya yanıyordu. Kalktı, döşeğin içinde oturdu. Üzerinde cibinlik de varken bu can yakıcı, kan emici hayvanların nereden, nasıl böyle döşeğine dolmuş olduklarına şaştı. Odanın bir köşesinde yanan idare gazının isli, kör ışığı yardımıyla etrafına bakındı. Kaşınmaya başladı. Fakat ensesinden göğsüne, göğsünden bacaklarına koşturduğu iki elini, vücudundaki ızdırabı yatıştırmaya yetiştiremiyordu. Şimdiki moda saçları kıskandıracak irilikte didilmiş siyah yün gibi, tandır kadar kabarmış olan başını sağa sola sallaya sallaya biraz ötede yatan Rum hizmetçiye seslenerek:

      “Elenigo, Elenigo… Ayo sen nasi uyuyo? Bu gece sivrisinekler bani jibinliği deldiler. İçine doldular. Sokuyo sokuyo yaniyo… Kaşiyo kaşiyo kabariyo…”

      Eleni kaşınarak başını yastıktan biraz kaldırıp:

      “Ah manamo… Rahat bırakmazsin abla bir parça Eleni uyuyacak?”

      “A, çildirdi mi ayo? Sana kim ne diyo? Dalinin zoruna bak!”

      “Ah, ama sen böyle dir dir soyliyor, ben nasil uyuyacak?”

      “Sani ben mi uyutmayo? Sivrisinekler sana sokmuyolar mi?”

      “Ah nasin sokmaz? Hem sokar hem kulak içeride vizir vizir turku söyler…”

      Zarafet, sivrisinekleri öldürmek için iki elini cibinliğin orasına burasına götürüp birbirine çarparak:

      “ ‘Şark’ diyo… Avuçlarini