“…”
“Kız uyudu mu?”
“Birakarsin ki uyuyacayim?
“Ayo sana gizli bir şey soyleyece…”
“Bana gizli laf soyleyecek?”
“Kimse duymayacağina haçina putuna yemin edece. Ben de sana söylece…”
“Ah ‘matofeo’ ben kimseye demeyecek ki abla bana bir sirli laf soylemis…”
“Bizi kuçuk hanimi yok mu?”
“Bizim kuçuk hanum?”
“Evet, Leblebi hanum…”
“Yok Leblebi hanum, Lebibe Hanum.”
“Leblebi, fındık, naysa, hapisi bir… İşte o bir mektüp yazdi, bana verdi…”
“Sana vermiş kim postada bırakasin?”
“Posteye değil ayo… Komşunun oğluna verilece dedi…”
Eleni, komşunun oğlu sözünü işitince aşçı kadının açacağı esrarın ehemmiyetini hemen anlayarak döşeğinin içinde kalkıp toplandı:
“Komsunun oğlusuna verilecek demiş? Angisi? Hanya su sivil kravat koyar, er aksam demir yolu üzerinde piyaça yapar… A vre kaymeni… Ama benin akli bana böyle demiş ki bu delikanlı buradan geçer, bunda bir seytanlik var… Birbirlerine goz koymuşlar… Bunda bir ‘amur’22 isi var?”
“Bunda hamur işi yok ayo… Senin anlayacaği onlar birbirini seviyo…”
“Sonğra ne yapti? Mektup goturdu verdi?”
“Gotürmedi, korktu. O gece duşundu duşundu. Leblebi Hanım kardaşima kuçuk bey duyarsa? Büyük hanim duyarsa fena olace dedi. Kuçuk hanim ertesi günü nektüp yine vardi. Yalvardi yalvardi. Alini opti, yüzünü opti. Aha bani güzel ablaciği dedi. Beş guruş da beraber verdi. Artı dayanamadi, gotturdi.”
“Bes gurus verdi? Sok vermiş! Buradan en uzak memlekete mektup gider kirk para ilen… Bana verecek idi, bedava götürecektim. Ne olur? Surada komşu… Bes gurus aldin mektup götürdün?
“Dur ayo, acale etme… İlk önce götürmedi. Mektübün içinde ne var diye sordu. Salam kalam dedi. Benden de salam yazdi mi? Oyle ya, komşunun oğlusuna buradan nektüp gider de Zarafet’ten salam yazmasa ayip olmaz mı ayo?.. Sonra bana hatırına kalmaz ma?”
“O! Saskin abla! O mektup içerde seni için selam koyacak? Sana böyle demis, aldatmis… Sonra ne yapti?”
“Ne yapaca? Nektübü aldi, goturdi.”
“Brrravvo abla! Bey buldu, elinde verdi?”
“Buldu, aline verdi. O da bana ham elini opti hem beş guruş verdi.”
“Ah, aman, ben buna kiskandi. Bes gurus burda, bes gurus orda. Sen çok para aldi.”
Zarafet hafif bir haykırışla kahkaha arasında acayip bir gülme tutturdu. Döşeğin içinde gâh iki kat olup gâh doğrularak güldü, güldü, güldü. Nihayet dedi ki:
“Şimdi oturduğu bu kapu gibi ben hiç böyle ev görmedi… Kuçuk bey alafranga seviyo, ama aşçiye bes mecidiyeden ziyade vermiyo… Bani geçen günü yanina çağirdi. Mutbağın sofrenin, kulbasdinin alafranga adlarını öğren dedi. Ayo, bani aklinde kaliyo mu onlar? Kuzum Elengo, sen biliyo mutbağin adini, neydi?”
“Kuzina…”
“Koçine mi? O nasil şey oyle? Mutbağin adini hiç koçine oldu mu ayo? Hah hah hay… Kulbastinin adini?”
“Kotlet… Ama ne zaman ‘pirzoles’ diyorsun, daha güzel demek oluyor…”
“Kottet mi pirçola mi ayo?”
“Hem oyle hem böyle…”
“Sofraya ne diyordu?”
“Tabl…”
“Ayo bizde tabla başka, sofra başka… Ban bu kapida oturmayace Elengo. Üç türlü yemek yeniyo, kırk tabak yikaniyo. Sonra çatallarinin bıçaklarini sıcak suyun içine soktu, sapini çikardi diyor, darılıyo. Hiç sıcak suyun içine sokmadan biçak temizlenir me ayo? Sonra pirinci yıka diyo. Yıkıyo. Kavanozun içina su ile koy diyo, koyiyo. Bir gün duriyo, o suyunu dök başka su koy diyo, koyiyo. Artasi günü yine böyle. Uç gün yapiyo. Sonra kalbur üstüne koyiyo, kurudiyo, havanın içine koy dov da un gibi yap yüzine sürece diyo. Ayo hep bunlar aşçi kadinin işi me? Bana tarif ediyo, sabun yap diyo. Hiç sabun evde yapılır mı ayo? Herkes sabunu sokaktan yapılmış aliyo… Kuzum Elengo, yemek odasının adıni ne idi?”
“Sal a manze…”
“Salamanca mi? Kah kah kah… (yüksek sesle ezberleyerek) Salanamce! Koçina, kottet, pirço… O, nafile, aklinde kalmiyo… Geçen günü kuçuk bey kuçineye geldi.”
“Nerede geldi?”
“Ayo, mutbağın adı koçana değil mi?”
“Kuzina.”
“Ayyy, karin ağrısı! Diline donmiyo… Kuçina, işte oraya kuçinaya bani yanina geldi. Abla sana alafranga bir yemek tarif edece, sen de oyla pişirece dedi. Şimdi sana iki yaşinda bir tavuk gonderece, bu tavuğu haşlayaca… İçini basıtma, dana paçası, findi, ispenah, turupla sıkı sıkı dolduraca… Ben sana bir kutu mantar gonderece, bu matrarlarle tavuğun tekmili deliğine değişiğine tıkayaca, fırıne gonderece, iyice pişirece… Kah kah kah, tavuğun içine turpla paçe konur mu ayo? Tavuk fırından gelince tavanın içine tereyağı koy, kızdır. Bir parça kaymak at… İndir, tuz biber hardal karıştır. Bir bardak limonata yap, oni de karıştır… Sonra bunu tavuğun üzerine dök, dedi. Bunu adine ‘sus’ mu derler, ‘kus’ mu derler dedi? İyice aklinde kalmadi…”
“Sonra yaptin böyle?”
“Yapti ama tavuk ziyan oldu. Kimse yiyemedi. Kuçuk bey kendi de yiyemedi. Benim ne dediğini sen anlamadi, yanlış yapti dedi. Kavga etti. Sonra gitti, Şaban Ağa ile de kavga etti. Ben sana iki yaşında tavuk dedi, sen beş yaşinde aldi, dedi. Tavuğun yaşini Şaban Ağa nereden bilece ayo? Şaban Ağa kandi yaşini bilmeyo. Ben kendi yaşimi bileyo ma? Bu kadar konaklarda oturdu. Tavuk, hindi pişirdi. Bu tavuklari hindileri kaç yaşinda olduğuna kımsa sormadi…”
“Birak sindi bu hindi tavuk. Komşunun oğlusu cevaplik bir mektup vermedi?”
Zarafet Abla, kolundaki bilezikleri şıkır şıkır birbirine vura vura tatlı tatlı bir fasıl kaşındıktan sonra:
“Ban kuçuk hanimin nektüp ona verdi. Ötesini seni nene lazim ayo? Hepsini anlataca mı artık?”
“Evelden ben sana sormadı. Sen bana uykudan kalk demiş. Anğlatmis ki böyle böyle mektup goturmis… Sonğra lakırdı yarim birakmis. Çunkim anğlatmayacakti hepsini, niçun bana uykuda kaldırmis?”
Zarafet Abla, ruh okşayan bir hatırayla yüreğinin fıkırdadığını anlatır bir şekilde uzun uzadıya güldükten sonra:
“Elengo ayo!.. Sana başka bir şey söyleyece…”
“Abla, yalvaririm seni… Bana birakarsın ki uyuyayim biraz?”
“Ayo patladı mi? Sabaha vaktini çok. Uyursun… Daha sana soyleyece lakırdılar var. Şaban Ağa geçen akşam tabla verirken benim elinde sıkti. Niçin sıkti acaba?”
“Yok abla, Saban Ağa laf ben dinlemez. Baska lakırdi bilmezsin söyleyecek? Saban Zarafet’i elinde sıkmis. Gece uyumayacak buna diğneyecek? Oh, aman zevzek…”
“Sen Şaban Ağa lakırdısıne beğenemedi mi ayo? Başka lakırdı mi isteyo? Kuçuk beyin lakırdısıni soylarsa o zaman hoşlanaca mi?”
“O kako