Allah esirgesin, memleketimizin ileri gelen erkekleri hep böyle soy süzmesi gibi medeniyeti ilerletici gayretlere kapılıp Frenk kadınlarıyla evlenmeye rağbet ederlerse Doğu’nun mahrem namusu ve güzelliği içinde büyümüş, her biri birer saflık ve namus incisi olan, evlerimizdeki o nur gibi Ayşelerimizi, Eminelerimizi, Zehralarımızı kimlere vereceğiz?
Pierre Loti’yi öbür cihet düşündürürse bizi de işin bu tarafı yakıcı düşüncelere salar.
Madamın Avrupa’da yakınları, soydaşları varsa her yıl sılaya gitmesi dolayısıyla, kocasının varlıklılığına göre, bu vesileyle yabancı diyarlara kucak kucak paralar akar. Ekonomik dengemiz de bundan yaralar alır. Avrupa’dan buraya para çekmenin yolunu bulanlar beğenilecek birer yurtsever sayılır. Burada birbirimizin dişimizi, tırnağımızı sökerek kazandığımızı oraya gönderenler değil.
ÜÇÜNCÜ NEVİ ALAFRANGALIK
Hikâyemizin kahramanı Meftun Bey, işte bu çerçeveye girer. Bu üçüncü nevi tip şehrimizde bol değilse de pek seyrek de değildir. Elverişli havalarda sokaklara dökülen ve Beyoğlu’nda gezinenler arasında görülür. Ayırıcı özelliği, yakalığının hayale sığmaz yüksekliğidir diyebilirim.
Hafifliğe kapılıp da bazen fırr diye döndüğü zaman fistan gibi açılan arabacıvari uzun ve “en cloche”10 etekli redingotu, dar pantolonu, sivri potinleri, baston inceliğinde zarif şemsiyesi kendinin orijinal, modada tek kalmaya hevesli bir zamane delisi olduğunu gösterir.
Üzerinde darlığa, bolluğa, kısalığa, uzunluğa, inceliğe, kalınlığa dair ölçüce ilgisi modaya bağlı neler varsa zevk bakımından da, âdet bakımından da her türlü akıl ölçüsünü aşar.
O yüksek yakalığın altında, çoğu zaman plastron boyun bağının üzerindeki yerini tayin etmek saatler almış iri kravat iğnesi, elinde oku, çıplak bir aşk sembolü kabilinden mitolojik bir nesnedir. Yanılıp da bu iğnenin zarifliğinden bahsetseniz, “Mon cher, voulez-vous écouter l’histoire de mon épingle?” (“Dostum, iğnemin hikâyesini dinlemek ister misiniz?”) cevabı hazırdır. Bu iğne, sivri ucuyla Paris’teki aşk başarılarının birer önemli hatırasını eşeler, çıkarır. Söz, dinleyenin dayanıklılığına göre, uzar gider.
Çevresi şeritli, önü açıkça, rengi elbiseninkiyle zıt bir yelek… Üst cebinde ayarının derecesi şüpheli bir sarkma kordon, ucunda tarihî macerası gayet meraklı, önemli, çok az rastlanır bir para…
Şıkın üzerinde ağızlık, tabaka, gözlük, yüzük nevinden, hatta gömlek ve yelek düğmelerine kadar nesi varsa, bunlar da kendi gibi acayip ve sürekli birer macera sahibidir. Tarihçe veya sanatça özel bir önemi, hatırası olmayan hiçbir şeyi üzerinde taşımaz.
Sağ elinin şehadet parmağı kökünden tırnağına kadar taşlı, taşsız, oymalı, harfli halkalarla süslüdür. Bunun sebebi sorulsa hep Paris’teki sevgililerinin yalnız o parmağa takılması şartıyla bunları birer muhabbet hediyesi olarak vermiş olduklarını söyler.
Kılık kıyafetçe belki Meftun’un birkaç benzeri bulunur. Ama ahlakındaki gariplik, âdet ve hareketlerindeki acayiplik bakımından bir benzerini bulmak imkânsızdır. Şövalyelikte Cervantes’in Don Kişot’u neyse Doğu alafrangalık âleminde de Meftun Bey işte odur. Gariplikte kahramanımız bir yaratılış harikası, bu hikâyesi ise sanki Fransızların fantezi dedikleri hayal eserleri gibidir. Bundan kimseye bir küçümseme ve alay payı fırlamaz.
Sözü burada ne uzatalım? İleriki sayfalar bu antika adamın kendisini anlatmak için yazılmıştır.
Meftun, Frenklere tapma hastalığına yakalanmış bir deli midir? Hayır. Göreceğiz ki o da değil. Bazı sınırlı zamanlarda akıllılık anları görülmesine bakılırsa seyrek nöbetli sıtma gibi, aklı gelir gider takımından olması daha kuvvetli bir ihtimaldir.
I 11
Aksaray Caddesi’ndeki sel ızgaraları hakkında eski bir rivayet, âdeta birkaç yılda bir büyük fırtına ve yağmurlarla beraber yenilenen bir efsane vardır. Vaktiyle yağmurun, selin pek taşkın olduğu bir günde, bu sel bacalarının biri, binicisiyle birlikte bir eşek yutmuş. Bu havadisin gürültüsü gazetelere kadar yayıldı. Sansür, halkın anlayışını aşağılaştıran, ahmakların hoşlanacağı böyle haberlerin yayılmasına aldırmazdı. Rivayeti çıkaranların bu konuda dayandıkları belgeler nedir? Koca eşek, üstündekiyle birlikte ızgara aralıklarından nasıl süzülüp geçmiş? Bu konuda inandırıcı bir açıklık yok. Yalnız Aksaray tramvay durağında Nalıncı ve Şekerci sokaklarının başlarındaki ızgaralar, yağmur sularını toplamak ve uzaklaştırmaktan daha başka hizmetler görerek de dikkati çekiyorlar. Bu baca ağızları, fakir halkın âdeta bülbüllü, sümbüllü, hoş kokulu bir havuzbaşı eğlence yeridir. Yaz günü uçan haşeratın her çeşidi buralarda vızıldar. Rutubetten etraflarında yosunlar, çimenler yetişir. Bu has bahçelerin güzelliğinden en çok faydalananlar tramvay işçileridir. Yazın insanı kesen sıcak günlerinde, Eminönü’nden Aksaray seferini tamamlayınca, o beş altı dakikalık hizmet arası sırasında tramvay ispirleri12 bu ızgaralı sokakların başlarındaki sıra ağaçların gölgesine yahut çeşmenin gölgeciğine sığınırlar. Bu ferahlatıcı havuzların hemen yanına iskemleyi atıp acele bir dinlenme kahvesi içerler.
Akşama doğru bu sokakların ağızları balıkçı tablaları, yemişçi, sebzeci küfeleriyle birer pazar, birer yiyecek sergisi hâlini alır.
Bu ızgaraların en büyük faydası, oradaki bütün esnafa âdeta çok büyük bir takatuka hizmeti görmeleridir. Bunların birer sel süzgeci olduğu unutularak temizlik arabalarının biraz uzunca süren gelişlerini bekleyemeyecek kadar aceleci olanlar, elleri değdikçe süprüntülerini getirirler, bu ızgaranın üzerine boşaltırlar. Aralıklardan sığan parçalar aşağı gider, sığmayanlar demir çubukların arasına sıkışır, durur. Bunlar, güneşin sıcaklığını içer. Arada bir dükkânlardan dökülen çirkefler, nargile ve kahve çömleği suları, berber leğenlerinin içindekilerle ıslanıp tazelendikçe ortalığı dayanılmaz bir koku sarar. Orayı, kara bulut gibi, irili ufaklı bir sinek alayı istila eder. Izgaranın yanından bir insan veya hayvan geçince bal ve eşek arıları da dâhil olmak üzere tatarcık, sakırga, kenesine kadar içinde kanatlı haşerattan her çeşidi bulunan bu alay, ürkerek, inceli kalınlı, türlü vızıltılarla bir kere havalanır. Birkaç kısma ayrılır. Birtakımı az ötedeki manav dükkânına, öteki kısmı da aşçıya, çapulculuk için dağılırlar. Bir haylisi de o has bahçelerde kahve içen müşterilerin başına bela olur. Manava gidenler, meyvelerin çürüklerini seçerek üstlerine üşüşürler. Aşçı dükkânına hücum edenler arasında pisboğazlık gibi onları aceleye sürükleyen bir kötü huy yüzünden hoşaf kâsesi, terbiyeli çorba tenceresi, bazı yemek salçaları içine düşüp kazaya uğrayanlar bulunur. Mayhoş ve serin hoşafa düşenler, havada kalan ayaklarıyla tek kanatlarını titreterek dokunaklı, keskin feryatlarla yardım istemeye başlarlar. Vızıltı hayli uzar. Fakat hain aşçı, boğulanların yardımına koşmaz. Zavallılar o şekerli, kızıl deniz içinde debelene debelene kalıbı dinlendirirler. Asıl acınacak hâlde olanlar çorba tenceresine düşenlerdir. Onların vızıltıları çok sürmez, çabuk haşlanırlar. Aşçı, müşteriye çorba vermek için kepçeyi daldırınca o kaynar yüzeyden derinliklere karışırlar. Görünmez olurlar. Zavallıları artık aşçı değil ya, çorbayı içen müşteriler bile aramış olsa bulamazlar. Tencerenin üstü sinekten kara bulut hâlini alınca