Memleket genişliği bakımından yirmide, otuzda bir parçamıza eşit olmayan Bulgaristan “Ben böyle isterim!” diyor. Bir millî varlık gösteriyor. Avusturya “Ben bunu böyle yaptım!” diye yayıyor. Ya Rabbi, acaba biz ne vakit “Hayır, sen onu öyle yapamazsın!” cevabıyla meydan okuyarak açık haklarımızı koruyabilecek bir kuvvete, bir güçlülüğe sahip olacağız?
Gözü doymazların küçük emellerine, hakaretlerine hedef oluyoruz. Buna mahkûmuz. Çünkü kuvvete kuvvetle, ticarete ticaretle, ekonomiye ekonomiyle, maarife maarifle karşı konur. Bu yolda aralarında dostluk kurmuş devletlerle mesafemiz o kadar açıktır ki bu dengeyi meydana getirmek için harcanması gerekli zamanı, çabayı düşündükçe üzüntüden baş dönmesine tutulmamak kabil olmuyor. Bu büyük milletlere kalsa bizi birkaç türlü yutarlar.
Yazık ki çoğumuz bu gerçekleri anlamış bile değiliz. Bazı sivri akıllılarımız da Fransız, İngiliz, Alman kadınlarıyla evlenerek tehlikeye karşı besbelli bir bakıma olsun böyle çare bulma yoluna gitmek istiyorlar. “Bu milletler yavaş yavaş bizim elimizde bulunan her şeyi zorla alıyorlar. Bari fırsat düştükçe biz de onların kadınlarını alalım.” diyorlar. Himmetleri var olsun! Ama medeniyet çatısına bu yoldan sığınmanın faydası kadar sakıncası da var. Aşağıda bundan biraz bahsedeceğiz.
Kuru bir küçümseyip alaya alma yolunda hikâye sermayesi diye ele alınmış sanılan “alafranga” kelimesinden bakınız ne önemli gerçekler çıkıyor.
Alafrangalık yolunun bizde birkaç çeşidi var. Talihin tesadüfüyle varlıklı, mevki sahibi bir aileden gelerek daha çocukluklarında Fransızca öğrenmiş, rahat yaşamış, sonra Avrupa’da memur olarak veya başka şekilde bulunarak bilgisini genişletmiş olanlar ki bunlar memleketimizdeki alafrangalık yolcularının en soylu ve başta giden kısmı sayılabilir. Bunların Avrupa’da tanınmış olmalarının sebebi, şahsi meziyetlerinden ziyade, ailelerinin şöhretidir. İçlerinde gayet güzel Fransızca konuşanlar, ata binenler, kumarda ustalık gösterenler, yani orta derecede bir salon adamı olmak vasıflarını gösterenler var; ama bir antlaşma sırasında, bir kongrede menfaatlerimizi hakkıyla anlayacak ve koruma değerini gösterebilecek olanları yoktur. Devletimiz daima bu yüzden pek büyük ve önemli zararlara uğramıştır. Alelade Fransızca konuşmak başka, ilim ve fazilet sahibi olmak gene başka. Bu, besbelli artık.
Diplomasi bilgisini ağızdan, tatbikatla öğrenip politikacı kesilmenin artık zamanı geçti. Şimdi bunların felsefe, askerlik vesaire gibi mektebi ve öğrenim süresi var. Avrupa’da olduğu gibi bizde her sınıf bilginin özel bir okulu yoktur. Otuz yıl önce bir “Mahrec-i Aklam”ımız3 vardı. Sonra bir de Mülkiye Mektebimiz açıldı. Valimiz de oradan çıkardı, mutasarrıfımız da, kaymakamımız da, edebiyatçımız, şairimiz, astronomumuz, kimyagerimiz de… Evet, bu zavallı memlekette her ilim ve sanat bize Tanrı vergisidir. Birbirimize “şair-i maderzad”,4 “edib-i maderzad”5 deriz. Her şey bize Allah vergisidir. Sonradan kazanıp elde ettiklerimiz pek sınırlıdır. Yoklamaya, teftişe, incelemeye gelmez. Haydi edebiyatçılıkta, şairlikte, yazarlıkta üstat kesilip birbirimizi aldatalım. Ama ciddi fen bilgilerinde, ekonomi bilgisinde, maliye usulünde, politikada ne yapacağız? Avrupa’da bir yıl içinde bu çeşitli fenlere ait yayımlanan eserleri görse insanın o bilgi hareketine karşı parmağı ağzında kalır. İşlerimizin başında bulunan efendilerimiz acaba bunun bir listesini görebiliyorlar mı? Görseler de içlerinde acaba anlayabilecek kaç kişi var? Elbette yaralarımızı bundan ziyade eşmeyelim. Bizde siyaset mektebi, divan efendiliği ve mektupçuluktur.6 Daha kestirme yollardan gelenler de var ya, sözü uzatmamak için onları bahse katmıyoruz.
Özel menfaat bağları, dalkavukluk, yüze gülmek en büyük marifetimiz, diplomatlığımızdır. Çünkü dün istibdada alet olan beyinler bugün meşrutiyete hizmetçi kesildi. Bu iki zıt niteliğin birinden öbürüne atlamada eski kötü alışkanlıklardan çarçabuk kurtulmak kabil midir? Mademki o uzun istibdat sona erdi, bu kısa komediler de geçer. Zaman her şeyin foyasını meydana çıkaracak kuvvettedir.
Evet, şairliğimiz, edebiyatçılığımız, diplomatlığımız Tanrı vergisidir dedik. Ama ne kadar yazıktır ki bugün Avrupa siyasetine Tanrı vergisiyle cevap verilemiyor, vatan bunlarla korunamıyor. Bir millet Tanrı vergisiyle zenginlik ve kuvvet sahibi olamıyor.
Bu kişizadeler sınıfından alafrangalarımız, memlekete Avrupa’dan şıklık, kumar, dans, güzel konuşmak gibi salon hünerlerinden başka bir şey getirmediler. Başka yoldan seçkin bir özellik gösteremediler. Millî bilgi alanlarımızın işte hepsi tamtakır duruyor. Âlimler bilgi alanından incelemelerine bir örnek, kendi emekleri ve zekâlarının eseri olarak ciddi ve gerçek bir hüner örneği getirdilerse gösterilsin… Alafrangadan bizim ihtiyacımız olan şeyler yalnız o pozlar, jestler, kostümler değildir. Sığ bir tavır ve hareket taklidine maymunlarda bile istidat görülüyor. Bu o kadar ciddi bir ilerleme vasıtası sayılamaz.
Şu sözünü ettiğimiz kimselerin bu taklitleri öğrenmek için Avrupa’da har vurup harman savurarak ziyan ettikleri Osmanlı milyonları kurumlar açılmasına, Batı’da ciddi öğrenci yetiştirmeye harcansaydı, bugün belki böyle dövünme durumuna girmezdik.
Alafrangalığın işte bu bahsinde vatan için uyanıklık sebebi olacak derin bir ders, tenkidi gerekli birçok hâl, bir romancı için birkaç cilt dolduracak önemli, besleyici bir sermaye vardır. Ama bu hikâyede alafrangalığın bu çeşidinden bahsetmedik.
İkinci çeşit alafranga aileler bir Avrupalı kadınla evlenerek Beyoğlu’nda oturan yarı “levanten”lerdir.
Bu aileler bir tarihçi, bir fizyolojist, bir psikolog, bir hikâye yazarı için gerçekten incelemeye değer, bir yanı Avrupalı, bir yanı Osmanlı iki yüzlü bir kumaştır. Gene tekrar edelim ki şu satırlarda kimseyi küçümseme kastı yoktur. İnsan soyu bilgisine bir filiz de buradan katılıyor.
Unsurları iki yüzlü olan bu ailelerden erkek tarafı Türk olanı inceleyelim:
Böyle “sélection”la7 soyumuzu karıştırıp cinsimizi düzeltmeye uğraşmaktaki gayretin ehemmiyet derecesini bırakalım, anlayanlar incelesin. Meselenin yalnız cemiyet hayatımız bakımından göstereceği tesirlerden bahsetmek isterim.
Madam ya bir Fransız ya İngiliz ya da Alman olacağından Türk kocasına karşı daima bir soy üstünlüğü, milliyet gururu göstermekten geri durmaz.
Madam, medeniyet bakımından kendince farz ettiği bu soyluluk önceliğinden dolayı kusursuz bir kimsedir. Kocası ise onun yanında daima insanlığından önemli şeyleri eksik bir hor, noksan yaratıktır. Koca için her emre, her hakarete karşı daima boynu eğik, daima itaatli, daima tahammüllü bulunmaktan başka çare yoktur. Yoksa en alelade vesilelerle “Espèce de Turc!”,8 “Tête de Turc!”9 hakaretleri hazırdır. Çocuklar, annelerinden daima övünçlü, yüksekten atan bir üstünlük hâli gördüklerinden yaradılışça da, duyguca da o tarafa yatkındırlar. Bir Türk’le bir Avrupalı kadından doğma çocuklar arasında melek gibi güzelleri, sevimlileri bulunduğu inkâr edilmemekle beraber soy süzülmesi sözündeki bilgi değerine rağmen çirkin, sıska, tıknefes, irin renkli, solucan gibileri de görülmektedir.
Bu çocukların yüzlerinde çoğu zaman iki başka soyun birbirine zıt alametleri vardır. Tekir anadan, boz babadan doğan alacalı kedi yavruları gibi burnu Alman’a,