Hasan Mellah ile Madam İlia meselesinin en tesirli ciheti bu cihet idi. Bu tesirli cihetin tesir derecesini tasvire biz kalemimizde iktidar görememekteyiz. Belki bu iktidar hiçbir kalemde yoktur. Zira iktidarın bu kısmı, çehrelerin vücuh-ı teessüratını şeklen göstermeye memur olan ressamların kalemine ve fırçasına aittir.
Bu yoldaki teşrifatla37 akşam edildi. Rüzgâr pek az olduğundan henüz Toulon Dağları uzaktan gayet hafif bulut parçaları gibi görünüyordu. Güneşin batışından sonra kamarot, kendilerini güverte üzerinde hazırlanmış olan sofraya davet etti. Madam İlia, Hasan Mellah, birinci ve ikinci kaptanlarla güverte zabiti sofraya oturdular. Güle oynaya yemek yiyorlardı. Madam İlia midesinde o kadar iştiha buluyordu ki çok yediğine şayet dikkat edilir de kendisini ayıplarlar diye az yemeyi gerekli gördüyse de mümkün olamadığından tatlı bir gülüşle:
Madam: “Efendiler, kadınlığımla beraber bu akşam erkeklerden çok yemek yemekteyim. Midemin iştihasına kendim de hayret ediyorum. Zannederim ki bu hâl denizin iyi tesirinden olmalıdır.”
Hasan: “Şüphe etmemeli efendim.”
Birinci kaptan: “Denizde daima çok yenilir. Hele hava bu geceki gibi mülayim olursa var ya?”
İkinci kaptan: “Evet efendim, hava sert olsa deniz tutar da insanın iştihası kapanır.”
Madam: “Fakat deniz tutmak da bizim gibi denizin acemilerine mahsustur, sizi tutmaz ya?”
Hasan: “Tutmaz ama efendim, her hâlde bir nevi tesirden hali kalmaz. Mesela can yemek istemez, uyku uyuyamaz.”
Gerçi madamın iştihasında gördüğü kuvvet, denizin iyi tesirinden ileri gelmişse de vali konağı gibi sıkıntılı ve eziyetli evden kurtularak kederli yüreğine ümidin gelmiş olmasının da bu konuda tesirden geri kalmayacağı zannedilse yanlış zannedilmemiş olur. Hele sofrada güzel şaraplar için de madamın iştihası ziyadece olmakla, şarabın verdiği neşe de kavuştuğu rahatlığa eklenince kadıncağızın yüzü gerçekten gülmeye başladı.
Gece yatak zamanı gelince madam kendi dairesine çekilip yatmış ve Hasan da salonun dış cihetindeki odaların birisinde bulunan yatağa girmiş ve bu suretle gerek velinimet ve gerek nimet-dide38 tam bir iffet ve ismet hâlleriyle uykuya dalmış gitmiştir.
Beşinci Bölüm
Hayatları anlatılanların gece gördükleri rüyaları da beraber göremedik ki okuyucularımıza ondan da malumat verelim. Bizim bildiğimiz şey şu ki sabah olup da yataktan kalktıkları zaman Hasan Mellah ile Madam İlia kendilerini Marsilya Limanı’nın içine girmiş buldular.
Marsilya Limanı, o tarihlerde dahi Fransa’nın birinci iskelelerinden sayılıp içinde her zaman birçok gemi bulunurdu. Hasan Mellah, orada bulunan gemilere göz gezdirdiği sırada, gözü bir kenarda demirlemiş olan gayet süslü bir uskunaya ilişti ki bunun seyahate mahsus bir tekne olduğu ilk bakışta anlaşılabilirdi. Bir de daha ziyade dikkat edince ne görsün? Açık mavi boyalı ve su kesiminden aşağısı kırmızı bir uskuna ki Cartagena Limanı’ndan Pavlos’un seyahat uskunası olmak üzere tanıdığı teknedir. Ta kendisi!..
Biçare çocuğun bir kere yüreği oynadı. Hemen birinci ve ikinci kaptanla güverte zabitini çağırıp durumu tahkike başladı.
Hasan: “Şu uskunayı gördünüz mü?”
Birinci: “Şu süslü uskunayı, değil mi?”
Hasan: “Evet!”
Birinci: “Cartagena Limanı’nda değil miydi ya?”
Hasan: “Ben de öyle zannediyorum.”
Zabit: “Zengin bir herifin şahsi seyahatlerine mahsus gemisi dediler idi.”
Hasan: “Öyle. Fakat biz Cartagena’dan hareket ettiğimiz zaman bu tekne hâlâ orada mıydı yoksa o gece hareket ettiğini haber verdiğiniz üç gemiden birisi bu muydu?”
İkinci ve zabit: “Hayır efendim, biz hareket ettiğimiz zaman bunu Cartagena’da bıraktık. Bizden sonra kalkıp buraya gelmiş.”
Hasan: “Benim aklıma da öyle geliyor. (güverte zabitine hitaben) Size özel bir memuriyet var.”
Zabit: “Nedir efendim?”
Hasan: “Bu geminin çorbacısı hâlâ burada, Marsilya’da mıdır yoksa başka yerde midir, öğrenmek.”
Zabit: “İşten bile değil.”
Hasan: “Öyle ama nasıl öğreneceksiniz biliyor musunuz? Kendinizi kimseye göstermeden, hele beni asla kale almadan ve bu suali dahi o geminin kaptan ve zabitlerine sormadan.”
Zabit: “Tayfalarından demek olacak.”
Hasan: “Öyle olacak. Yahut iskele simsarlarından, filandan…”
Zabit: “O da kolay efendim.”
Bu emri verdikten sonra Hasan başını önüne eğip bir müddet düşündü ve bu mülahazada Pavlos’un mutlaka Marsilya’ya gelmiş olduğunu ve fakat kendisi şehir içinde bulunmayacağını, eğer kendisi şehir içinde kalacak olsa aldatıcı bir belirti olmak için uskunayı Marsilya Limanı’nda bulundurmayacağına hükmetti. Zabit ise aldığı emir üzerine hemen bir sandala binip karaya çıkmıştı. Kaptanlar da kendi işlerine gitmekle Hasan, Madam İlia ile yalnız kalınca onunla konuşmaya başladı:
Hasan: “Cenabıhak hakkımızdaki inayetini tamamlamayı murat buyurursa burada aradığımızı bulacağız zannındayım.”
Madam: “İnşallah efendim, inşallah muvaffak oluruz.”
Hasan: “Şu mavi boyalı, süslü uskunayı görüyor musunuz?”
Madam: “Şu üç direkli gemi yanındaki uskuna değil mi o?”
Hasan: “Evet, işte bizim aradığımız adamın gemisi odur.”
Madam: “Ee, sonra?”
Hasan: “Bakalım kendisi dahi burada mıdır diye, bir adamı incelemeye gönderdim. Lakin burada bulacağımı ümit etmem.”
Madam: “Gemisi burada olunca kendisi de burada olmaz mı efendim?”
Hasan: “Düşmanımız o kadar ahmak değildir. Benim de gayret ve sebatımı bilir.”
Madam: “Burada değilse ne yapacağız?”
Hasan: “Burada değilse mutlaka Fransa içindedir, arkasına düşeceğiz.”
Madam: “Siz yalnız mı?”
Hasan: “Kara yolu zahmetlidir. Sizi o zahmete koymak istemem.”
Madam: “Eğer bu seyahatte benim de size bir hizmetim olabilecekse vallahi zahmete bakmam, her hizmetinize can atarım.”
Hasan: “Gayretinizdeki büyüklük için teşekkür ederim efendim. Ancak ben sizden isteyeceğim hizmetleri de bilirim.”
Hasan’ın, elinde dürbün bu lakırtıyı söyleyerek gerek uskuna tarafına ve gerek güverte zabitinin çıkmış olduğu sahile doğru inceleyici bakışları, bir gözlemcinin yıldız gözlemesinden pek de farklı değildi. Ancak aradan iki saat kadar zaman geçtiği hâlde, zabitten henüz bir eser görünmemesi ve kahvaltı zamanı dahi gelmesi cihetiyle Madam İlia ile beraber kamaraya inmiş idi. Tam yemekten sonra kamaradan çıkarken zabit de sandal ile gemiye yanaştı ve Hasan’ın huzuruna gelerek şu malumatı verdi:
“Efendim, bu gemi,