“İşte bunları söyledi. Dün gibi hatırlarım hâlâ her ne kadar ne demek istediğini bilemesem de. Sizce ne demek istedi Doktor Bey?”
“Ne demek istediğini kendisinin bile bildiğini zannetmiyorum.” dedi Doktor Dave asabi bir şekilde.
“Sanırım ben biliyorum.” diye fısıldadı Anne. Dinlerken o eski hâline bürünmüştü. Dudakları sımsıkı kapalıydı ve gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Kaptan Jim, genç kızın hayran olunası tebessümü ile biraz şımardıktan sonra hikâyesine devam etti.
“Kısa süre sonra Glen ve Four Winds’in tüm sakinleri Okul Müdürü’nün müstakbel eşinin geleceğinin haberini aldılar. Herkes bu duruma seviniyordu çünkü Okul Müdürü’nü çok seviyorlardı. Dahası onun evini çok merak ediyorlardı, yani bu evi. Bu araziyi özellikle seçti çünkü buradan hem limanı görmek hem de arkasındaki denizin sesini duymak mümkündü. Müstakbel eşi için bahçeyi hazırladı ancak karakavak fidanlarını o dikmedi. Bayan Ned Russel dikti. Fakat bahçedeki çift sıra gül çalılarını Glen okulunda öğrenim gören küçük kızlar dikti müdürün eşi için. Pembe güller müstakbel gelinin yanakları, beyaz güller kaşları, kırmızı güller de dudakları içinmiş. John böyle söyledi. O kadar çok şiir okurdu ki en sonunda şiir okur gibi konuşmaya başladı.”
“Hemen herkes yeni evini kurmasına yardımcı olmak için ufak tefek hediyeler yolladı. Sizin de gördüğünüz üzere Russellar bu eve taşındıklarında evi en güzel mobilyalarla dayayıp döşediler. Ancak bu eve giren ilk mobilyalar çok sadeydi. Ne var ki bu ev sevgi bakımından çok zengindi. Kadınlar yorganlar, masa örtüleri, havlu gibi şeyler yolladılar. Bir adam gelin için bir sandık, bir başkası masa yaptı ve böyle devam etti. Hatta gözleri görmeyen ihtiyar Margaret Boyd Teyze yeni gelin için tatlı kokulu kum tepesi çimenlerinden bir sepet ördü. Okul Müdürü’nün eşi bu sepeti yıllar boyunca mendillerini koymak için kullandı.”
“Nihayet her şey tamamlanmıştı. Koca şöminedeki kütükler bile yakılmaya hazırdı. Tam olarak bu şömine olmasa da aynı yerdeydi. Bayan Elizabeth on beş yıl önce evi elden geçirdiğinde şömineyi değiştirdi. İlk şömine, içinde öküz pişirilebilecek büyüklükte eski model bir şömineydi. O zamanlarda bu gece olduğu gibi şöminenin yanına oturur hikâyeler anlatırdım.”
Bir kez daha sessizlik çöktü. Kaptan Jim, Anne ve Gilbert’ın göremediği ziyaretçilerle haşır neşirdi. Kaybolan yıllarda birlikte şömine etrafına dizildikleri insanlardı bunlar. Taze gelin olmanın neşesi ve coşkusuyla ışıldayan gözler bir kilise avlusunun çimenlerinin altında ya da denizin fersah fersah derinlerinde sonsuzluk uykusuna yatmışlardı. Burada, eski gecelerde çocuklar ileri geri kahkahalarla koşuşturmuşlardı. Kış gecelerinde dostlar burada toplanmışlardı. Danslar burada edilmiş, şarkılar burada çalınmış, şakalar burada yapılmıştı. Gençler burada hayallere dalmışlardı. Kaptan Jim için bu küçük ev, hatıralarla doluydu.
“Ev temmuzun ilk gününde tamamlandı. O zamanlarda Okul Müdürü günleri sayardı. Onu sahilde yürürken gördüğümüzde birbirimize şöyle derdik, ‘Nişanlısı yakında onunla olacak.’ ”
“Müstakbel gelinin temmuz ortasında gelmesi beklense de o tarihlerde gelmedi. Ama kimse endişeye kapılmadı. Gemilerin günlerce hatta haftalarca geciktiği olurdu. Royal William bir hafta, iki hafta, sonra da üç hafta gecikti. En sonunda korkmaya başladık ve her şey daha da kötüye gitmeye başladı. Artık John Selwyn’in gözlerine bakmaya dayanamıyordum. Biliyor musunuz Bayan Blythe.” Kaptan Jim sesini alçalttı. “O günlerde John’un, yakarak öldürdükleri büyük büyük ninesinin son anlarında baktığı gibi baktığını düşünürdüm. Pek konuşmamaya başladı. Hayalet misali dersini anlattıktan sonra sahile koşardı. Birçok sefer akşamdan sabaha yürüdüğünü bilirim. İnsanlar aklını kaybetmeye başladığını söyler oldular. Herkes ümidini yitirmişti. Royal William sekiz hafta boyunca gecikmişti. Eylül’ün ortasıydı ve Okul Müdürü’nün müstakbel eşi gelmemişti. Asla da gelmeyeceğini düşündük.”
“Sonra üç gün süren büyük bir fırtına koptu. Fırtınanın sona erdiği günün akşamında sahile gittiğimde Okul Müdürü’nü kollarını koca bir kayaya dolamış vaziyette denizi seyrederken gördüm.”
“Onunla konuştuğumda cevap vermedi. Gözleri benim göremediğim bir şeye bakıyor gibiydi. Yüzü ölü bir adamın yüzü gibi çökmüştü.”
“ ‘John! John!’ diye bağırdım. Korkmuş bir çocuk gibiydim. ‘Uyan hadi, uyan!’ ”
“Gözlerindeki o tuhaf, korkunç bakış azalır gibi oldu. Kafasını çevirip bana baktı. O anki yüzünü hiç unutmadım. Son yolculuğuma yelken açıncaya dek de unutmayacağım.”
“ ‘Her şey yolunda delikanlı.’ dedi. ‘Royal William’ın East Point’ten geldiğini gördüm. Şafak vakti burada olacak. Yarın gece şömine ateşimizin yanında müstakbel eşimle baş başa oturuyor olacağız.”
“Sizce bunu önceden görmüş müydü?” diye sordu Kaptan Jim aniden.
“Tanrı bilir.” dedi Gilbert usulca. “Büyük aşklar ve büyük acılar bizim bilemeyeceğimiz mucizelere sebep olabilirler.”
“Bence kesinlikle gördü.” dedi Anne içtenlikle.
“Saç-ma-lık.” dedi Doktor Dave. Ama sesinde her zamankinden daha fazla tereddüt vardı.
“Biliyor musunuz…” dedi Kaptan Jim ciddiyetle, “Royal William ertesi sabah gün doğumunda Four Winds limanına geldi.”
“Glen’de ve sahil kıyısında yaşayan herkes eski iskelede onu beklemeye koyuldu. Okul Müdürü bütün gece sahildeydi. Yaklaştığında okadar neşelendik ki anlatamam.”
Kaptan Jim’in gözleri ışıl ışıldı. O gözler altmış yıl önceki Four Winds limanında, gün doğumunun güzelliğinde yaklaşan eski gemiye bakıyorlardı.
“Peki Persis Leigh gemide miydi?” diye sordu Anne.
“Evet, o ve kaptanın eşi gemidelerdi. Felaket bir yolculuk geçirmişlerdi. Fırtına üstüne fırtınaya kapılmışlardı. Üstelik erzakları da tükenmişti ama en nihayetinde vardılar. Persis Leigh eski iskeleye adımını attığında John Selwyn onu kollarına aldı ve ahali tezahüratı bırakıp ağlamaya başladı. Ben bile ağladım. Ama bunu itiraf etmem yıllar sürdü. Erkeklerin ağlamaktan bu kadar utanmaları tuhaf değil mi?”
“Persis Leigh güzel miydi?” diye sordu Anne.
“Aslına bakarsan güzel miydi değil miydi bilemiyorum, bilmiyorum.” dedi Kaptan Jim yavaşca. “Nedense güzel mi değil mi diye soracak noktaya gelmiyordu insan. Bunun bir önemi yok. Onda çok sevimli ve cana yakın bir şeyler vardı. Onu sevmemek mümkün değildi. Ama hoş bir görünüşü vardı. Kocaman berrak ela gözleri, parlak kahverengi gür saçları ve İngiliz teni vardı. John’la akşamın erken saatlerinde bizim evde evlendiler. Uzak yakın herkes düğüne katıldı. Sonra da onları buraya getirdik. Bayan Selwyn ateşi yaktı, sonra da biz ayrılıp onları burada bıraktık. Tam da John’un önsezisinde olduğu gibiydi. Çok tuhaftı, çok tuhaf! Ama ben çok fazla tuhaf şey görmüşümdür hayatımda.”
Kaptan Jim kafasını bilgece salladı.
“Çok güzel bir hikâye.” dedi Anne. Belki de ilk kez romantizme doymuştu. “Burada kaç yıl yaşadılar?”
“On beş yıl. Onlar evlendikten sonra ben denizlere kaçtım. Tam bir fırlamaydım. Ama her dönüşümde kendi evime bile uğramadan buraya gelir, Bayan Selwyn’e yolculuğumu anlatırdım.