Yapayalnızdı… Tekrar yapayalnız kalmıştı… Arkadaşının varlığı ile uzaklaşmış olan kendini öldürme fikri, onun cesedi yanında bir hayalet gibi tekrar görünmüştü. “Ah bir ölebilsem!” diye söylendi. “Ölebilsem ben de onun gittiği yere gider, tekrar onunla beraber olurdum. Kendimi nasıl öldürsem?”Bir an düşündü. Sonra gülümseyerek “Çok kolay.” dedi. “Burada durur ve içeriye ilk girene saldırırım. Onu boğarım. Onlar da benim başımı keserler.”
Sonra böyle çirkin bir ölüm şeklinden kendini sıyırdı. Ümitsizlikten hayat ve hürriyet için susamış bir ruh hâline geçti. “Ölmek mi? Hayır hayır!” diye söylendi. “Eğer kendimi öldüreceksem neden bugüne kadar yaşadım ve bu kadar ızdırap çektim? Hayır, yaşamak, sonuna kadar mücadele etmek istiyorum. Elimden alınan mutluluğu tekrar elde etmek istiyorum. Ölmeden önce düşmanlarımı cezalandırmalı, dostlarımı mükâfatlandırmalıyım… Fakat onlar beni burada unutacaklar ve ben buradan yalnız Faria gibi kurtulabileceğim!”
Bu sözleri mırıldanırken aklına korkunç bir fikir gelmiş insanların hâliyle dimdik dikeldi, boşluğa baktı. Sonra başı dönüyormuş gibi elleriyle kafasını tutarak ayağa kalktı. “Bu fikir nereden aklıma geldi? Sen mi gönderdin Tanrı’m? Buradan yalnız ölüler çıktığına göre, ben de bir cesedin yerini alacağım.” diye mırıldandı.
Bu ümitsiz kararı tekrar düşünmek gereğini hissetmeden çuvala eğildi. Faria’nın yaptığı bıçakla çuvalı açtı. Cesedi çıkarıp kendi hücresine taşıdı, yatağına yatırdı. Başına, her zaman kendi başına sardığı eski bez parçasını sardı. Üstüne battaniyeyi çekti. Faria’nın buz gibi olmuş alnını son defa öptü. Açık kalmakta inat eden göz kapaklarını kapatmak için bir defa daha uğraştı. Cesedin başını o şekilde duvara doğru çevirdi ki böylece zindancı akşam yemeğini getirdiği zaman, onu her zamanki gibi uyumuş zannedecekti. Sonra Faria’nın hücresine döndü. Zindancıların onun giyinik olduğunu hissetmemeleri için elbiselerini çıkardı. Eline iğne ve iplik aldı. Çuvala girdi. Faria’yı yatırmış oldukları şekilde çuvalın içine uzandı, ağzını içeriden dikti. Eğer zindancılar o sırada hücreye girselerdi onun kalp atışlarını muhakkak duyarlardı.
Planını gayet iyi hazırlamıştı. Eğer mezarcılar bir ceset yerine canlı bir insan taşıdıklarını anlarlarsa elindeki bıçakla hemen çuvalı kesecek, bu durumdan dehşete düşecek olan adamların tereddüdünden istifade ederek kaçacaktı. Engel olmaya kalkıştıkları takdirde de bıçağını kullanacaktı. Bir şey fark etmezlerse mezara konmasını ve üstünün örtülmesini bekleyecek, onlar gittikten sonra da etraf karanlık olduğu için, yumuşak toprağı üstünden atarak kurtulmaya çalışacaktı. Üstüne örtülecek toprağın çok sert olmamasını temenni ediyordu. Aksi takdirde havasızlıktan ölürdü. Bu ihtimal bile onu korkutmuyordu.
Akşam saat yediye doğru heyecanı adamakıllı arttı. Bütün uzuvları titriyor, kalbi bir mengene ile sıkıştırılmış gibi oluyordu. Hapishanede hiçbir hareket olmadan saatler geçti. Şu ana kadar hilesi meydana çıkmamıştı. Nihayet merdivende ayak sesleri duyuldu. Vakit gelmişti. Bütün cesaretini topladı, nefesini tuttu, kalp çarpıntısını bastırmaya gayret etti.
Kapı açıldı. Dantés’nin gözlerine hafif bir ışık geldi. Çuval bezinin gözeneklerinden, iki gölgenin yaklaştığını gördü, üçüncüsü kapıda durmuş, ışık tutuyordu. Adamlar çuvalın iki ucundan tuttular. Dantés vücudunu sertleştirdi.
Adamlardan biri, “Amma da ağırmış ihtiyar.” dedi.
“İnsan ölünce ağırlaşır, derler bilmez misin?”
Çuvalı bir sedyeye koydular. Önde lambalı adamın olduğu cenaze alayı merdiveni çıktı. Dantés birdenbire soğuk, taze gece havasını ve denizden esen sert rüzgârı hissetti.
Adamlar onu on metre kadar daha taşıdıktan sonra durdular. Sedyeyi yere bıraktılar. Dantés adamlardan birinin ayrıldığını duydu. Acaba neredeyim?diye düşündü.
Aklına ilk gelen, hemen kaçmak oldu. Fakat bu fikirden çabuk caydı. Birkaç dakika sonra adamlardan birinin kendisine doğru geldiğini ve yere ağır bir şey bıraktığını duydu. Aynı zamanda da ayaklarının, canını acıtacak şekilde bir iple bağlandığını hissetti.
Boşta olan adam “İlmiği iyi attın mı?” diye sordu?
“Hem de nasıl…”
“Haydi öyleyse gidelim!”
Sedye tekrar kaldırıldı, kafile yine yola düştü. Üstünde İf Kalesi’nin bulunduğu kayalara çarpan dalgaların sesi, Dantés’ye her adımda daha da net olarak geliyordu.
Adamlardan biri “Ne berbat hava!” dedi. “Dünyada bu havada suda olmak istemem.”
“Bir de rahibe sormalı!”
Güldüler.
Dantés bu konuşmalardan bir şey anlamadı ama saçları diken diken oldu.
İlk konuşan adam bir müddet sonra “Geldik.” dedi.
“Hayır hayır, biraz daha gidelim. Biliyorsun bundan önceki, kayalara düşerek parçalandı. Müdürün küfürlerini unutmadım daha.”
Birkaç adım daha attılar. Sonra Dantés baş ve ayaklarından, kaldırıldığını, ileri geri sallandırıldığını hissetti.
“Bir, iki, üç…”
Üç der denmez de Dantés kendini boşlukta buldu. Yaralı bir kuş gibi aşağı düşerken kalbini müthiş bir korku sardı. Sonsuz gibi gelen bir zamandan sonra sular fışkırdı ve Dantés buz gibi denize gömüldü. Bağırmak için açılan ağzına sular doldu. Ayaklarına bağlı top güllesi yüzünden hızla batıyordu.
İf Kalesi’nin mezarlığı denizdi!
Dantés şaşırmış ve havasızlıktan bunalmış olmakla beraber sağ elinde tuttuğu bıçak ile hemen çuvalı yırttı. Sonra kıvrılıp ayaklarına bağlı top güllesinin ipini kesti. Ayaklarını birbirine vurdu. Nefessizlikten boğulacak hâle geldiği bir sırada da suyun üstüne çıktı. Derin bir nefes alacak kadar suyun üstünde kaldıktan sonra, görülmekten korkarak tekrar daldı.
İkinci defa suyun üstüne çıktığı zaman denize düştüğü yerden yirmi beş metre ötede idi. Başının üstünde siyah, fırtınalı bir gök; önünde, yaklaşmakta olan fırtınanın tesiri ile çalkalanan simsiyah bir deniz; arkasında ise gökten de denizden de siyah korkunç bir hayalet gibi yükselen dev kayalık vardı. Dantés, en yakın boş ada olan beş mil ötedeki Tiboulen Adası’na yüzmeyi düşündü fakat etrafını saran koyu karanlık içinde adayı nasıl bulacaktı. Ansızın, bir yıldız gibi ışıldayan Planier deniz fenerini gördü. Eğer fenere doğru yüzerse Tiboulen Adası solunda kalırdı. Fenere değil de biraz sola doğru yüzmesi gerekiyordu. Hapishanede geçen yılların ne kuvvetine ne de enerjisine tesir etmemiş olduğunu sevinçle gördü. İstediği gibi yüzebiliyordu.
Tasarladığı yöne doğru bir saat kadar devamlı yüzdü. Eğer yanılmamışsam Tiboulen Adası’ndan uzak olmamam lazım, diye düşündü. Fakat ya yanılmışsam? Titredi ve dinlenmek için bir müddet kendini suyun üstüne bıraktı. Fakat hava öyle sertleşmişti ki fazla kalamadı. “Sonuna kadar, kollarımı kaldıramayacak, kımıldayamayacak hâle gelinceye