“Bak, sevgili arkadaşım, Garcia’nın akşam yemeğinde aldığı mesaja göre bir randevusu olduğu ya da gizli âşığıyla buluşacağı sonucuna birlikte vardık. Şimdi, eğer yazılanlar doğruysa buluşma sözünü tutabilmek için birinin ana merdivenlerden girip bir koridorun yedinci kapısını bulması gerekiyor. Bu da bize çok büyük bir evin söz konusu olduğunu gösteriyor. Ayrıca Garcia o yöne doğru yürüdüğüne göre, evin Oxshott’tan bir iki milden daha uzak olmadığını biliyoruz. Bunun dışında gece saat bire kadar geçerli olacak bir mazereti vardı. O yüzden Wisteria Konağı’na o saate kadar dönmeyi düşünmüyordu. Oxshott yakınlarındaki büyük konakların sınırlı sayıda olduklarını düşündüğümden Scott Eccles’ın bahsettiği emlakçıya telgraf çekerek onların listesini istedim. Hepsi bu telgrafta yazıyor. Karmaşık yumağımızın çözümü herhâlde bu evlerin birinde yatıyor olmalı.”
Dedektif Baynes eşliğinde Esher’ın şirin kasabası Surrey’ye vardığımızda saat altıya yaklaşıyordu.
Holmes ile birlikte gece için yanımıza bir şeyler almıştık, Bull’da çok konforlu odalar bulduk. En nihayet, dedektif arkadaşımız ile birlikte Wisteria Konağı’na gittik. Çok soğuk ve kasvetli bir mart akşamıydı. Çok keskin bir rüzgâr ve ince ince yüzümüze doğru çiseleyen yağmur, yolumuzun üzerinde işlenen vahşi cinayet ile birlikte bizi bekleyen trajik sona uygun bir ortam oluşturuyordu.
2
San Pedro Kaplanı
Soğuk havada iki mil kadar süren hüzünlü bir yürüyüşten sonra yüksek, ahşap bir kapının önüne gelmiştik. Burası kestane ağaçlarıyla dolu kasvetli bir yola açılıyordu. Bu kıvrımlı ve karanlık yol, bizi, gri gökyüzünün altında kapkaranlık kalan alçak bir eve götürüyordu. Kapının hemen sağ tarafındaki pencerelerin birinden cılız bir ışık geliyordu.
“Buraya bir tane polis diktik.” dedi Baynes, “Pencereye vurayım.” Çimle kaplı bahçeye geçerek pencereyi tıklattı. Puslu camın arkasından, ışığın hemen yanında oturan bir adamın belirsiz silüetini gördüm. Odanın içinden keskin bir çığlık duyuldu ve hemen ardından kireç gibi olmuş yüzüyle nefes nefese kalmış bir polis memuru, titreyen elinde bir mumla bize kapıyı açtı.
“Neyin var Walters?” diye sordu Baynes.
Mendiliyle terlemiş alnını silip derin bir iç çekti. Rahatlamıştı.
“Geldiğinize çok sevindim, efendim. Çok uzun bir geceydi. Sanıyorum eskisi gibi sinirlerime hâkim olamıyorum.”
“Sinirlerin mi Walters? Senin sinirlere sahip olmadığını düşünürdüm.”
“Ah efendim! Bu ev çok ıssız ve sessiz. Ve mutfaktaki o tuhaf şey… Sonra siz pencereyi tıklatınca onun tekrar döndüğünü sandım.”
“Neyin döndüğünü sandın?”
“Bana göre şeytandı efendim. Penceredeydi.”
“Ne vardı pencerede ve ne zaman geldi?”
“Yaklaşık iki saat önceydi. Hava kararmak üzereydi. Ben sandalyeye oturmuş bir şeyler okuyordum. Bir şey sanki beni yukarı bakmam için dürttü ve kafamı kaldırdığımda alt pencerede biri bana bakıyordu. Tanrı’m… Efendim, nasıl bir yüzdü öyle! Kesin rüyalarıma girecek.”
“Sus, Walters, sus! Bir polis memuru böyle konuşmamalı.”
“Biliyorum efendim, biliyorum ama o görüntü beni öyle sarstı ki bunu inkâr edecek değilim. Ne siyahtı ne beyaz ne de bildiğim herhangi bir renkti. Çok tuhaf bir tondu. Sanki üzerine süt dökülmüş balçık gibiydi. Bir de çok iriydi, neredeyse sizin iki misliniz kadardı efendim ve dış görünüşünü görecektiniz. Kocaman şaşı gözlerini bana dikmiş bakıyordu. Aç bir kurdunkine benzer bir sıra beyaz dişi vardı. Size şu kadarını söyleyebilirim efendim, gözden kaybolup gidene kadar ne bir parmağımı oynatabildim ne de nefes alabildim. Sonra dışarı koşup çalılıkların arasına baktım; Tanrı’ya şükür kimse yoktu.”
“En iyi adamlarım arasında olmasaydın Walters, bunun için seni kara defterime not ederdim. Şeytanın ta kendisi olsaydı bile, görev başındaki bir polis memuru, onu yakalayamadığı hâlde Tanrı’ya şükretmemeli. Bu olanlar hayal ürünü ve sinir bozukluğu olmasın?”
“En azından her şey yerine oturuyor.” dedi Holmes ufak cep fenerini yakarak. “Evet.” diye devam etti, çimleri kısaca inceledikten sonra, “On iki numara ayakkabı giydiğini söyleyebilirim. Eğer cüssesi ayaklarıyla doğru orantılıysa kesinlikle dev gibi bir adam söz konusu.”
“Sonra ne yaptı?”
“Çalılıkları yararak yola doğru koştuğunu sanıyorum.”
“Anlıyorum.” dedi dedektif ciddi ve düşünceli bir ifadeyle, “Her kimse ve her ne istiyorsa en azından şimdilik yok oldu. Bizim şu an daha önemli işlerimiz var. Bay Holmes, eğer izniniz olursa size evi gezdireyim.”
Yatak odalarında ve oturma odalarında yapılan dikkatli incelemeler sonuç vermedi. Belli ki kiracıların az, belki de hiç eşyası yoktu ve en ince ayrıntısına kadar düşünülen ev eşyaları, ev ile birlikte kiralanmıştı. Marx, High Holborn etiketli bir sürü kıyafet geride bırakılmıştı. Çoktan bir telgrafla soruşturulmuştu; ama Marx, müşterisinin bonkör oluşu dışında onun hakkında bir şey bilmiyordu. Gördüğümüz kişisel eşyalar arasında birkaç öteberi, birkaç pipo, ikisi İspanyolca birkaç roman, eski tip bir tabanca ile bir gitar vardı.
“Burada pek bir şey yok.” dedi Baynes, elinde mumuyla ağır adımlarla odadan odaya yürürken, “Ama şimdi Bay Holmes, sizin dikkatinizi mutfağa çekmek istiyorum.”
Evin arka tarafında kasvetli, yüksek tavanlı bir odaydı. Bir köşesinde hasırdan bir somya vardı, belli ki aşçı burayı yatak olarak kullanıyordu. Masanın üstü, yarısı bırakılmış yemekler ve kirli tabaklarla doluydu. Bir önceki gecenin artıklarıydı bunlar.
“Buraya bakın!” dedi Baynes, “Buna ne diyorsunuz?”
Mumu tabak dolabının arkasına doğru tuttuğunda çok ilginç bir objeyle karşılaştık. O kadar buruşuk, küçülmüş ve pörsümüştü ki ne olduğunu anlayamadık. Siyah ve sertti. Bodur bir insanı andırıyordu. İncelerken, ilk bakışta, mumyalanmış zenci bir bebek olduğunu düşündüm ama sonra -o kadar eğri büğrü duruyordu ki- ölümünün üzerinden uzun zaman geçmiş bir maymun kalıntısı olabileceği fikri üzerinde durdum. En sonunda, iyice şüpheye düşerek, hayvan mı yoksa insan mı olduğuna karar veremedim. Tam ortasında, çift şerit hâlinde beyaz kabuklar diziliydi.
“Çok ilginç, gerçekten çok ilginç!” dedi Holmes bakışlarını bu uğursuz kalıntıya dikerek, “Başka bir şey var mı?”
Baynes bizi sessizce lavaboya doğru götürerek mumu uzattı. Üzerinde hâlâ tüyleri duran büyük, beyaz bir kuşun vücudu ve uzuvları vahşice parçalanmıştı.Kalıntıları dağınık bir hâldeydi. Holmes kesik kafanın üstündeki ibiği işaret etti.
“Beyaz bir horoz.” dedi, “Çok ilginç! Bu gerçekten çok tuhaf bir vaka.”
Ama Bay Baynes en kötüsünü sona saklamıştı. Lavabonun altından, içinde bir miktar kan bulunan çinko bir kova çıkarmıştı. Sonra masanın üzerinden, kömürleşmiş ufak kemik parçalarıyla dolu bir servis tabağı aldı.
“Bir şey öldürülmüş ve bir şey yakılmış. Bu sabah bir doktor getirttik, o da bunların bir insana ait olmadığını söyledi bize.”
Holmes gülümseyerek ellerini ovuşturmaya başlamıştı bile.
“Böylesine