Kadın üstündekileri süslü, kahverengi muslin bir elbiseyle değiştirmişti; Tom New York’taki perona inmesine yardım ederken elbise oldukça geniş kalçalarını sımsıkı sarıyordu. Gazeteciden “Town Tattle”la bir sinema dergisi, ayrıca istasyon eczanesinden bir cilt kremiyle küçük bir şişe parfüm satın aldı. Yukarıda, kasvetle uğuldayan araba yolunda gri döşemeli, lavanta rengi bir taksiyi beğenene kadar yanımızdan dört taksi geçti de anca hanımın seçtiği taksiye atlayıp istasyonun gölgesinden çıkarak kızgın güneşe doğru yol aldık. Çok geçmeden pencereden başını çevirip öne eğilerek ara camını tıklattı.
“Şu köpeklerden bir tane istiyorum.” dedi arzuyla. “Dairede beslemek için bir tane olsun lazım. Bir köpeğe sahip olmak ne hoş olur!..”
John D. Rockefeller’a fena hâlde benzeyen, saçları ağarmış yaşlı bir adama doğru geri geri gittik. Boynundan sarkan bir sepette cinsi belli olmayan bir düzine yeni doğmuş köpek yavrusu vardı.
“Ne cins bunlar?” diye sordu Bayan Wilson istekle, adam arabanın penceresine doğru yaklaşırken.
“Her cinsten var. Siz ne istiyordunuz, bayan?”
“Şu polis köpeklerinden istiyorum; sizde yoktur herhâlde?”
Adam şüpheyle yavruları inceledikten sonra elini sepete daldırdı, bir tanesinin ensesinden tuttu ve kıvranıp duran yavruyu çıkardı.
“O polis köpeği falan değil!..” dedi Tom.
“Hayır, tam olarak polis köpeği değil…” dedi adam hayal kırıklığına uğramış bir sesle. “Daha çok bir Airedale teriyeri.” Elini hayvanın kahverengi, banyo süngerine benzer sırtında gezdirdi. “Şu kürke bir bakın. Ne kürk ama! Bu köpek hayatta üşütüp sizin canınızı sıkmaz.”
“Bence çok sevimli!” dedi Bayan Wilson canıgönülden. “Fiyatı nedir?”
“Bu köpek mi?” Adam köpeğe hayranlıkla baktı. “Bu köpek size on dolara olur.”
Airedale -ayakları şaşırtıcı bir şekilde beyaz olsa da şüphesiz bir yerlerinde Airedale’lik vardı- el değiştirdi ve Bayan Wilson’ın kucağına yerleşti, kadın da mest olmuş bir şekilde su geçirmez postu okşamaya başladı.
“Dişi mi erkek mi?” diye sordu kibarca.
“Bu köpek mi? Bu köpek erkek.”
“Kancık bu!” dedi Tom kendinden emin. “Al paranı! Git de kendine on köpek daha al bununla.”
Beşinci Cadde’ye doğru ilerledik; ılık ve tatlı, neredeyse pastoral bir yaz ikindisiydi. Köşeden kocaman, beyaz bir koyun sürüsü geçse şaşmazdım.
“Durun!” dedim. “Burada sizden ayrılmak zorundayım.”
“Olmaz öyle şey!” diye hemen itiraz etti Tom. “Eve gelmezsen Myrtle gücenir. Öyle değil mi Myrtle?”
“Hadi ama…” dedi kadın. “Kardeşim Catherine’e telefon ederim. Onu çok beğenirler.”
“Şey, çok isterdim ama…”
Devam ettik, parktan bir kez daha geçip West Hundreds’a doğru gittik. Taksi 158. Sokak’ta yüksek, beyaz bir apartman pastasının dilimlerinden birinin önünde durdu. Bayan Wilson evine varışının keyfini, mahalleye bir kraliçe edasıyla bakarak çıkardıktan sonra, köpeği ve satın aldığı diğer eşyalarını da alarak mağrur bir ifadeyle içeri girdi.
“McKee’leri çağıracağım.” dedi asansörle yukarı çıkarken. “Tabii bir de kız kardeşimi…” Daire en üst kattaydı; ufak bir oturma ve yemek odası, yine ufak bir yatak odası, bir de banyo. Oturma odası, oraya göre fazla büyük kaçan, goblen kumaşla kaplı mobilyalarla kapıya dek öyle tıka basa doluydu ki içeride, kumaşların üzerindeki Versay bahçelerinde gezinen leydilere çarpıp tökezlememek imkânsızdı. Gördüğüm tek çerçeve, bulanık bir kayanın üzerine tünemiş bir horozun aşırı büyütülmüş bir fotoğrafına aitti. Ancak uzaktan bakıldığında horoz bir başlığa dönüşüyor ve tombul, yaşlı bir hanım, gözlerinin içi gülerek yukarıdan bize bakıyordu. “Town Tattle”ın birçok eski sayısı, “Simon Denen Peter” adlı bir kitap ve Broadway’in bazı küçük, dedikodu dergileriyle beraber masanın üstünde duruyordu. Bayan Wilson önce köpekle ilgilendi. Asansörcü çocuk gönülsüz bir vaziyette biraz saman, süt ve kendiliğinden akıl ettiği bir teneke büyük, sert köpek bisküvisi almaya gönderildi; bisküvilerden biri tüm öğleden sonra süt kabının içinde fütursuzca eridi durdu. Bu arada Tom kilitli bir dolaptan bir şişe viski çıkarmıştı.
Hayatımda yalnızca iki kere sarhoş olmuşsam ikincisi o öğleden sonraydı; onun için her ne kadar saat sekizden sonra evin içi cıvıl cıvıl bir güneşle dolsa da olan biten her şeyin üstü loş, puslu bir kabukla kaplıydı kafamda. Bayan Wilson, Tom’un kucağında bir sürü insanla telefon görüşmesi yaptı. Sonra sigaramız kalmayınca çıkıp köşedeki dükkândan sigara almaya gittim. Geri döndüğümde ikisi de kayıplardaydı, ben de sessizce oturma odasına yerleşip “Simon Denen Peter”dan bir bölüm okudum; ya kitap berbattı ya da viski her şeyin şeklini şemailini bozuvermişti, hasılı okuduğumdan hiçbir şey anlamamıştım.
Tom ve Myrtle (İlk kadehten sonra Bayan Wilson’la birbirimize ismimizle hitap etmeye başlamıştık.) yeniden ortaya çıktıklarında, misafirler de kapıda boy gösterdi.
Kız kardeş Catherine; gür, yağlı, kısa, kızıl saçları ve pudralanmaktan süt beyaz olmuş yüzüyle otuzlarında, dal gibi, pişkince bir kızdı. Kaşları alınmış ve onun yerine kalemle daha havalı bir kavisle yeniden çizilmişse de doğanın eskiye dönme çabası, yüzüne bulanık bir ifade katmıştı. Salınırken kollarındaki sayısız bilezik bir aşağı bir yukarı oynayıp duruyor, durmaksızın şıngırdıyordu. İçeri öyle bir telaşla girdi, mobilyalara öyle sahiplenircesine baktı ki burada mı yaşıyor diye düşünmeden edemedim. Ona bunu sorduğumda ölçüsüz bir kahkaha attı, sorumu yüksek sesle tekrarladı ve bir kız arkadaşıyla otelde kaldığını söyledi.
Bay McKee alt katta oturan, soluk tenli, kadınsı bir adamdı. Elmacık kemiğinin üzerindeki küçük, beyaz köpüğe bakılırsa henüz tıraş olmuştu ve odadaki herkesi selamlarken son derece saygılıydı. Bana “güzel sanatlar işinde” olduğunu söyledi; sonradan onun fotoğrafçı olduğunu ve Bayan Wilson’ın annesinin, bir medyumun içinde fırlamış ruh gibi havada asılı duran bulanık fotoğrafını büyüttüğünü anladım. Karısı tiz sesli, ağır, eli yüzü düzgün ve korkunç bir kadındı. Bana gururla kocasının evlendiklerinden beri kendisinin tam yüz yirmi yedi fotoğrafını çektiğini anlattı.
Bayan Wilson üstünü daha önce değişmişti ve şimdi üzerinde odada salındıkça sürekli hışırdayan, krem renkte, işlemeli şifondan bir ikindi elbisesi vardı. Elbisesinin yarattığı etkiyle beraber kişiliği de bir değişime uğramıştı. Garajdaki son derece bariz yoğun canlılığı, etkileyici bir kibre dönüşmüştü. Gülüşü, jestleri, ifadeleri her an daha bir şiddetle o kibrin etkisi altında kalmaya başladı; kibri genişledikçe oda küçüldü, küçüldü; sonunda kadın dumanlı havanın içinde gürültülü, gıcırdayan bir mil etrafında dönüyormuş gibi göründü gözüme.
“Canım…” diye seslendi kız kardeşine yüksek, edalı bir sesle, “Bu insanların çoğu seni her fırsatta kandırmaya çalışır. Akılları fikirleri parada. Ayaklarım için geçen hafta bir kadın çağırdım eve, faturaya bir baksan apandisitimi aldı sanırsın.”
“Kadının adı neydi?” diye sordu Bayan