“West Egg’de oturuyormuşsunuz…” dedi hor görürcesine. “Orada tanıdığım biri var.”
“Orada kimseyi tanımıyo…”
“Gatsby’yi mutlaka tanıyorsunuzdur.”
“Gatsby?” diye sordu Daisy, “Hangi Gatsby?”
Kendisinin benim komşum olduğunu söyleyemeden sofraya çağrıldık; Tom Buchanan gergin kolunu benimkine dolayarak, bir dama taşını diğer bir kareye sürükler gibi beni odadan çıkardı.
İki genç kadın narince, aheste aheste, elleri kalçalarına dayalı, masadaki dört mumun hafifleyen rüzgârda titreştiği, gün batımına açılan gül renkli sundurmaya doğru önümüzden yürüdüler.
“Mumlar da nereden çıktı?” diye söylendi Daisy kaşlarını çatıp, öte yandan parmaklarıyla mumları söndürürken. “İki hafta sonra yılın en uzun günü.” Gözleri ışık saçarak bakıyordu bize. “Siz de yılın en uzun gününü dört gözle bekleyip sonra da onu kaçırır mısınız? Ben hep yılın en uzun gününü dört gözle bekleyip sonra da onu kaçırıveririm…”
Bayan Baker, yatmaya hazırlanır gibi esneyerek masaya otururken “Bir şeyler planlasak…” dedi.
“Pekâlâ…” dedi Daisy. “Ne planlasak acaba?” Çaresizce bana döndü: “İnsanlar ne planlar ki?”
Cevaplamama kalmadan korku dolu gözleri serçe parmağına kilitlendi.
“Baksanıza!” diye yakındı; “İncittim!”
Hepimiz baktık, eklem yeri morarmıştı.
“Bunu sen yaptın, Tom!” dedi suçlarcasına. “Biliyorum isteyerek olmadı ama sen yaptın. Senin gibi kaba saba bir adamla evlenirsem başa gelecek olan bu tabii… İri yarı, kocaman, hantal bir…”
“Hantal lafından hiç hazzetmiyorum!” diye tersledi Tom, “Şaka bile olsa…”
“Hantal!..” diye üsteledi Daisy.
Arada Daisy ve Bayan Baker bir ağızdan konuşuyorlardı, pek kafa şişirmeden kendi hâllerinde ve şakacı bir tutarsızlıkla; konuşmaları en az beyaz elbiseleri ve her türlü hevesten uzak, samimiyetsiz gözleri kadar soğuktu. Buradaydılar, Tom’u ve beni kabul etmişlerdi, eğlenmek veya eğlendirilmek için yalnızca zarif, hoş bir çaba harcıyorlardı. Birazdan yemeğin sonlanacağını, hemen ardından akşamın da geçip öylece bir kenara dürüleceğini biliyorlardı. Buranın akşamı, mütemadiyen boş bir beklentiyle veya o ana karşı duyulan hepten sinirsel bir korkuyla, aşama aşama katedildiği Batı’dan keskin bir şekilde ayrılıyordu.
“Yanında kendimi medeniyetten yoksun gibi hissediyorum, Daisy.” diye bir itirafta bulundum, hafif ama yıllanmış kırmızı şarabımın ikinci kadehini yudumlarken. “Biraz da mahsulden falan bahsetsen olmaz mı?”
Bunu öylesine söylemiştim ama hiç beklenmedik bir şekilde algılandı.
“Medeniyet çöküyor!” diye isyan etti Tom hiddetle. “İyiden iyiye ümitsiz bir karamsar olup çıktım. Goddard denen adamın ‘Siyahi İmparatorlukların Yükselişi’ adlı kitabını okudunuz mu?”
“Yo, hayır…” diye cevapladım, ses tonu beni oldukça şaşırtmıştı.
“Eh, çok güzel bir kitap, herkes mutlaka okumalı. Şunu söylüyor ki eğer gözümüzü açmazsak beyaz ırk sonunda tamamen dibi boylayacak! Bilimsel bir şey bu; ispatlanmış.”
“Tom derin konulara girmeye başladı…” dedi Daisy, bir üzüntü ifadesiyle. “İçi uzun cümlelerle dolu derin kitaplar okuyor. Geçen günkü o kelime neydi, hani…”
“Eh, bu kitapların hepsi bilimsel!” diye üsteledi Tom, karısına tahammülsüz bir bakış atarak. “Bu arkadaş meseleyi çözmüş. Bizim, egemen ırkın vazifesi gözlerini dört açmak, yoksa dümen diğer ırkların eline geçecek!”
“Onları alt etmeliyiz…” diye fısıldadı Daisy, kızgın güneşe karşı bir hışım göz kırparak.
“Aslında Kaliforniya’da yaşaman lazım…” diye araya girdi Bayan Baker. Ama Tom onun sözünü sandalyesinde hışımla dönerek kesti.
“Konunun çıkış noktası hepimizin İskandinav ırkından geliyor olmamız. Ben öyleyim, sen öylesin, sen öylesin ve sen…” Belli belirsiz bir an tereddüt ederek Daisy’yi de hafif bir baş işaretiyle dâhil etti, Daisy bana tekrar göz kırptı. “Ve medeniyeti yaratan her şeyi biz ürettik; ah, bilimi, sanatı ve geri kalan ne varsa hepsini… Anlıyorsunuz, değil mi?”
Kendini konuya bu kadar kaptırmasında zavallı bir yan vardı, sanki eskisinden de şiddetli olan kendini beğenmişliği artık onu tatmin etmiyordu. Derken, neredeyse aniden, içerideki telefon çalıp, uşak sundurmadan ayrılınca Daisy bu bir anlık kesintiyi fırsat bilip bana doğru eğildi.
“Sana bir aile sırrı vereyim.” dedi bir hevesle fısıldayarak. “Uşağın burnu hakkında. Uşağın burnunun hikâyesini duymak ister misin?”
“Zaten buraya bunun için geldim.”
“Eh, hep uşaklık yapmamış bu adam; eskiden New York’ta iki yüz kişilik gümüş servisi olan birilerinin yanında gümüş parlatıcı olarak çalışıyormuş. Sabahtan akşama kadar gümüşleri parlatırmış, ta ki bu iş, burnunu etkileyene kadar…”
“Durum gitgide kötüleşmiş…” dedi Bayan Baker.
“Evet. Durum gitgide kötüleşmiş, ta ki bir gün işini bırakmak zorunda kalana dek.”
Bir anlığına, güneşin son ışıkları romantik bir dokunuşla Daisy’nin ışıltılı yüzüne düştü; sesi, onu dinlerken nefesimi tutup öne doğru eğilmeye zorluyordu beni; sonra o ışıltı söndü, akşam karanlığında cümbüşlü bir sokağı bırakmak istemeyen çocuklar misali her ışık istemeyerek terk ediyordu onu.
Uşak geri geldi ve Tom’un kulağına bir şeyler fısıldadı, bunun üstüne Tom kaşlarını çatıp sandalyesini geri itti ve bir kelime etmeden içeri gitti. Onun yokluğu, içindeki bir şeyleri ateşlemiş gibi Daisy yeniden öne eğildi.
Şen şakrak bir sesle “Seni soframda görmeyi seviyorum, Nick. Bana bir gülü anımsatıyorsun, kusursuz bir gül. Öyle değil mi?” dedi. Onayını almak için Bayan Baker’a baktı: “Kusursuz bir gül?”
Bu doğru değildi. Bir gülle uzaktan yakından alakam yoktur. Aklına geleni söyleyivermişti işte, yine de heyecan verici bir sıcaklık yükseliyordu ondan, kalbi âdeta o soluk soluğa çıkan, nefes kesici kelimelerin ardına gizlenip aramıza geliverecekti. Birden peçetesini masaya fırlattı ve izin isteyerek içeri girdi.
Bayan Baker’la bakıştık; bakışlarımızın bir anlam taşımamasına dikkat etmiştik. Tam konuşacaktım ki kız doğruldu ve “Şişt!” dedi uyaran bir sesle. Ötedeki odadan bastırılmış, ateşli bir mırıltı geliyordu. Bayan Baker konuşulanları duymak için hiç çekinmeden öne doğru eğildi. Mırıltı neredeyse anlaşılacak gibi olmanın eşiğinde titredi, alçaldı, heyecanla yükseldi ve sonra hepten kesildi.
“Şu bahsettiğiniz Bay Gatsby benim komşum olur…” diye girdim söze.
“Konuşmayın bir… Neler olduğunu duymak istiyorum.”
“Bir şeyler mi oluyor?” diye sordum masumane.
“Sahi,