Hanların çatılarına ve yepyeni, kırmızı benzin pompalarının ışık gölcükleri altında parladığı yol üstündeki benzinliklerin önüne çoktan varmıştı yaz; West Egg’deki evime ulaştığımda arabayı siperin altına koydum ve bir müddet avludaki terk edilmiş çim silindirinin üstünde oturdum. Rüzgâr ağaçlarda kanat çırpan ve toprağın şişkin körüklerinden yaşam dolu kurbağalar üflüyormuşçasına ısrarcı bir org sesiyle uğuldayan pırıl pırıl bir gece bırakarak esip geçmişti. Geçmekte olan bir kedinin silüeti ay ışığında titreşti ve başımı onu izlemek için çevirdiğimde, yalnız olmadığımı gördüm; on beş metre ileride, komşumun malikânesinin gölgesinden çıkan bir suret, elleri cebinde, dikilmiş, gümüşi yıldızlara bakıyordu. Hareketlerindeki sakinlik ve çimler üzerindeki emin duruşu, bu suretin bize ait göğümüzün üzerindeki payının ne kadar olduğunu tespit etmek için dışarı çıkan Bay Gatsby olduğu hissini uyandırıyordu.
Ona seslenmeyi düşündüm. Bayan Baker yemekte kendisinden bahsetmişti ve bu bir tanışma vesilesi olabilirdi. Ama seslenmedim, çünkü bir an, yalnız olmaktan hoşnut olduğunu gösterir vaziyette kollarını karanlık suya doğru garip bir şekilde açtı. Ne kadar uzakta olsam da titrediğini gördüğüme yemin edebilirdim. Gayriihtiyari deniz yönüne baktım; tek bir yeşil ışığın dışında hiçbir şey seçemedim, ufacıktı, oldukça da uzaktaydı. Kim bilir belki bir iskelenin ucuydu. Bir daha bakmak için Gatsby’ye doğru döndüğümde ortadan kaybolduğunu gördüm ve ben yine huzursuz karanlıkta bir başımaydım.
2. BÖLÜM
West Egg’le New York arasındaki yolun yarısında kara yolu, oradaki tamamen ıssız bir arazi parçasından kaçınmak istercesine, bir acele demir yoluna kavuşur ve çeyrek mil kadar kol kola ilerlerler. Burası küller vadisidir; küllerin bayırlarda, tepelerde ve grotesk bahçelerde buğdaylar gibi büyüyüp geliştiği sıra dışı bir çiftlik… Küller evlerin, bacaların, yükselen dumanın ve nihayet, üstün bir çabayla, belli belirsiz devinen ve çoktan tozlu havaya doğru ufalanmaya başlamış sandığımız kül grisi insanların şeklini alır. Zaman zaman, bir dizi gri vagon belli belirsiz bir demir yolu hattı boyunca ağır ağır ilerleyerek dehşetli bir gıcırtı çıkarır, ardından susar, derken birden kül grisi insanlar kurşuni küreklerle akın ederek yerden ne olduğu belirsiz işlerini perdeleyen, zifirî bir bulut kaldırırlar.
Fakat bu kurşuni arazinin ve üzerinden bitmeksizin akan kasvetli toz titreşimlerinin üstünde, bir süre sonra, Doktor T. J. Eckleburg’ün gözleri seçilir. Doktor T. J. Eckleburg’ün gözleri masmavi ve devasadır; retinaları bir metre boyundadır. Bu gözler bir surattan değil, var olmayan bir burnun üzerinde duran devasa, sarı bir gözlüğün ardından bakarlar. Besbelli, onları oraya şakacı, zıpır bir göz doktoru Queens kasabasındaki işleri artsın diye yerleştirmiş, sonra da kendisi ebedî bir körlüğe gömülmüş veyahut onları burada unutmuş, taşınıp gitmişti. Ancak güneş ve yağmurun altında geçen bir sürü boyasız günden sonra ferini yitiren gözleri, bu kasvetli çöplüğe bakıp kara kara düşünmektedir.
Küller vadisinin bir tarafı pis bir nehir ile çevriliydi ve asma köprünün kanatları mavnaların geçmesi için açıldığında, bekleyen trenlerdeki yolcuların yarım saat kadar bu iç karartıcı manzarayı seyretmek mecburiyetinde kaldıkları olurdu. Burada en azından bir dakikalık duraklama olurdu ve işte Tom Buchanan’ın metresiyle karşılaşmam bu vesileyle gerçekleşti.
Bir metresi olduğunu bilmeyen yoktu. Ahbapları popüler kafelerde metresiyle görüldüğü ve onu masada bir başına bırakıp, etrafta dolanarak onunla bununla muhabbet ettiği için ona içerliyorlardı. Kadını her ne kadar merak etsem de onunla tanışmak niyetinde değildim. Lakin tanıştım. Bir öğleden sonra Tom’la birlikte New York’a gitmek üzere trene bindik ve kül tepelerinin orada Tom ayağa fırladı, beni dirseğimden kavrayıp, âdeta zorla vagondan indirdi.
“Hadi iniyoruz!” diye tutturdu. “Benimkiyle tanıştıracağım seni.”
Herhâlde öğle yemeğinde içkiyi biraz fazla kaçırmıştı ki beni de yanında götürme kararlılığını neredeyse kaba kuvvete kadar vardırdı. Tepeden bakar bir vaziyette pazar günü yapacak daha iyi bir işim olamayacağını falan söylemişti.
Beyaza boyalı alçak demir yolu çitinin üstünden geçerek peşine düştüm ve Doktor Eckleburg’ün dik bakışları altında yüz metre kadar gerisin geri yürüdük. Ana caddeye bağlı metruk arazinin bir kenarına ilişmiş ve yakınında hiçbir şey bulunmayan küçük, sarı tuğladan bir binanın dışında görünürde tek bir yapı bile yoktu. Üç dükkândan biri kiralıktı, bir diğeri külden bir patikayla ulaşılan, gece boyu açık restoranlardandı ve üçüncüsü bir benzinlikti: Tamir işleri. GEORGE B. WILSON. Araba alınır satılır. Tom’un ardından içeri girdim.
İçerisi bomboştu; loş bir köşeye sinmiş toz kaplı hurda bir Ford’dan başka bir araba yoktu. Mal sahibi ellerini üstüpüye silerek yazıhanenin kapısında belirdiğinde, bu garaj parçasının bir paravan olduğunu, ihtişamlı ve romantik dairelerin yukarıda saklı kaldığını düşündüm. Sarışın, ruhsuz bir adamdı, kansız yüzüyle biraz yakışıklıydı. Bizi görünce açık mavi gözlerinde nemli bir umut ışıltısı belirdi.
“Wilson, selam babalık!” dedi Tom, omzuna neşeyle bir şaplak atarak. “İşler nasıl?”
“Fena değil…” diye cevap verdi Wilson pek inançsız bir sesle. “O arabayı ne zaman satacaksın bana?”
“Haftaya; adamım şu an üzerinde çalışıyor.”
“Eli biraz ağır mı ne?”
“Yok, canım…” dedi Tom soğuk bir sesle, “Böyle düşünüyorsan, ben de başkasına satarım.”
“Onu demek istemedim…” diye hızla açıklamaya çalıştı Wilson. “Benim demek istediğim…”
Adamın sesi zayıfladı, Tom gözlerini sabırsızca garajda gezdirdi. Derken, merdivenlerde ayak sesleri duydum ve enli bir kadın figürü yazıhane kapısından gelen ışığın önünü kapadı. Otuzlu yaşlarının ortasında ve hafif topluydu ama bazı kadınlara has bir kıvraklığa sahipti. Puantiyeli, lacivert krepdöşin elbisesinin yukarısındaki yüzünde bir ayrıcalık, bir güzellik ışıltısı yoktu lakin ilk bakışta fark edilen, içinde alev alev bir şeylerin yandığının habercisi bir canlılığı vardı. Sakince gülümsedi ve kocasının yanından adam sanki bir hayaletmişçesine geçip, gözleri çakmak çakmak Tom’la tokalaştı. Sonra dudaklarını ısladı ve arkasına dönmeden kocasına alçak, kaba bir sesle buyurdu:
“Birkaç iskemle getir, hadisene, getir de oturalım!”
“Ah, tabii…” diye mırıldandı Wilson telaşla, küçük yazıhaneye doğru gitti ve duvarların kurşuni rengine karıştı. Kül rengi toz, Tom’a sokulan karısı hariç, etraftaki her şeyi olduğu gibi onun da koyu renk takımını ve solgun saçlarını perdeledi.
“Seni görmek istiyorum.” dedi Tom arzuyla. “Bir sonraki trene bin!”
“Peki.”
“Aşağıdaki gazetecinin orada buluşuruz.”
Kadın başını salladı ve George Wilson elinde iki iskemleyle yazıhane kapısından çıkarken Tom’dan uzaklaştı.
Onu