Ve böylece ılık, rüzgârlı bir akşam, otomobile atlayıp, aslında pek de tanımadığım bu iki eski dostu ziyaret etmek için East Egg’e doğru yola çıktım. Evleri beklediğimden daha incelikle döşenmişti; Kolonyal George dönemine ait, koya nazır, kırmızı-beyaz, sevimli bir malikâne. Çimenlik kumsalda başlayıp güneş saatlerinin, tuğla yolların ve alev alev tarhların üzerinden atlayarak ön kapıya kadar çeyrek mil ilerliyordu, sonunda eve vardığındaysa hızını alamamış gibi parlak asmalara tırmanıyordu. Ön cepheyi, altın ışıltılar yansıtarak, ılık, esintili ikindiye doğru tamamen açılmış bir dizi ince uzun, iki kanatlı cam kapı bölüyordu; Tom Buchanan ise binici kıyafetleri içinde bacaklarını iki yana açmış, sundurmada dikiliyordu.
New Heaven yıllarından bu yana değişmişti. Şimdi otuzunda, saman saçlı, haşin ağzı ve mağrur tavrıyla, gösterişli bir adamdı. Yüzünde hâkim olan bir çift parlak, kibirli göz ona daima dikleniyormuş havası veriyordu. O bedenin muazzam gücünü saklamaya binici kıyafetlerinin kadınsı çalımı bile yeterli gelmiyordu; şu ışıl ışıl çizmelerin içini bağcıkların sonunu gerdirecek kadar öylesine dolduruyordu ki… Omuzlarını oynattığında ince ceketinin altında kıpırdanan iri kas kütlesini görebiliyordunuz. Muazzam bir manivela gücüne sahip bir vücuttu bu, amansız bir vücut…
Konuşurkenki hırçın, boğuk tenor sesi, yarattığı geçimsiz olduğu izlenimini daha da güçlendiriyordu. Hoşlandığı insanlara karşı bile sesinde hafiften pederane bir hor görme vardı ve bu cüreti New Heaven’daki birçok insanın öfkesini üzerine çekmişti.
“Bak, sırf ben senden daha güçlüyüm ve senden daha erkeğim diye ille de benim dediğim olacak diye düşünme!” der gibi bir hâli vardı. Son sınıfta aynı dernekteydik, hiç samimi olmamamıza rağmen, onun daima beni tuttuğunu ve haşin, cüretkâr hâliyle ondan hoşlanmamı istediğini hissetmişimdir.
Güneşli sundurmada birkaç dakika lafladık.
“Buradaki yerim güzeldir.” dedi, çakmak çakmak gözleriyle etrafa bakarak.
Bir kolumdan tutup beri döndürerek geniş, düz elini, çukur İtalyan bahçesi, iki dönüm koyu renk, keskin kokulu güllük ve kıyıdan açıkta akıntıyla sallanan kalkık burunlu motor boyunca şöyle bir ön bahçede gezdirdi.
“Burası Demaine’ninmiş, şu petrolcünün…” Beni yine kibarca fakat aniden döndürdü, “İçeri geçelim.” dedi sonra.
Yüksek tavanlı bir holden geçip parlak, gül rengi bir yere vardık; her iki uçtan, ince uzun, iki kanatlı cam kapılarla eve zarifçe bağlanıyordu. Aralık duran kapılar, evin içine doğru yürür gibi görünen dışarıdaki çimlere karşı bembeyaz parlıyorlardı. Odadan hafif bir esinti geçiverdi, bir uçtaki perdeleri içeri, diğer uçtakileri dışa doğru solgun bayraklar gibi havalandırıp tavanın düğün pastasını andırır süslemesine doğru dalgalandırırken şarabi renkteki halının üzerinde hafifçe salınıp, rüzgârın deniz üzerinde bıraktığı gölgelere benzer bir karartı oluşturdu.
Odadaki tek durağan nesne, neşeli iki genç kadının sanki demirli bir sıcak hava balonuymuşçasına üzerine oturduğu devasa kanepeydi. İkisi de beyazlar içindeydi, elbiseleri evin etrafında kısa bir uçuştan henüz dönmüşçesine dalgalanıyor, uçuşuyordu. Birkaç dakika perdelerin çırpınıp çıkardıkları sesleri ve duvardaki bir resmin gıcırdamasını dinlemiş olmalıyım. Derken, Tom Buchanan arka kapıyı kapatınca bir gümbürtü oldu ve enselenen rüzgâr odada can verdi; perdeler, halılar ve iki genç kadın usulca yere konuverdiler.
Kadınlarından genç olanını tanımıyordum. Kanepenin kendi tarafındaki köşesine boylu boyunca uzanmıştı, tamamen hareketsizdi ve çenesi, düşecek gibi olan bir şeyi dengeliyormuşçasına hafif yukarı doğru bakıyordu. Beni göz ucuyla gördüyse de istifini bozmadı; aslında, içeri girerek onu rahatsız ettiğim için neredeyse bir özür geveleyecektim.
Diğer kız, Daisy, kalkmaya yeltendi -görev bilinciyle yaparcasına hafifçe öne doğru eğildi- sonra bir kahkaha salıverdi; anlamsız fakat etkileyici, küçük bir kahkaha… Ben de bir bir benzerini atıp odanın ortasına doğru yürüdüm.
“Sevinçten f… felce uğradım!”
Çok nükteli bir şey söylemiş gibi bir kahkaha daha patlattı ve bir anlığına elimi tutup, bu dünyada benden daha çok görmek istediği biri olmadığına yemin edercesine yüzüme baktı. Böyle bir huyu vardı. Dengelenen kadının soyadının Baker olduğunu söyledi mırıldanarak (Daisy’nin sırf insanlar onu duyabilmek için kendisine doğru eğilsinler diye mırıldanarak konuştuğunu duymuştum; bu, davranışının çekiciliğini hiç de azaltmayan gereksiz bir eleştiri tabii.).
Her neyse Bayan Baker’ın dudakları oynadı, başını öne eğerek beni belli belirsiz selamladı, sonra başını hızla yeniden geriye attı -dengelediği nesne belli ki biraz sarsılmış ve kızı korkutmuştu. Dudaklarımda bir özür daha belirdi. Bütünüyle kendi kendine yetmeye dair olan bu gösterişlerin neredeyse tümü bende hayretle karışık bir hürmet duygusu uyandırır.
Yeniden kısık, heyecan verici sesiyle bana sorular sormaya başlayan kuzenime döndüm. Onunki, kulağın, her bir konuşması bir daha asla çalmayacak olan bir besteymişçesine tüm iniş çıkışlarını takip ettiği bir sesti. Yüzü aydınlık şeyler, parlak gözler ve tutkulu, aydınlık bir ağız ile hüzünlü ve sevimliydi; ama sesinde ondan etkilenmiş erkeklerin kolay kolay unutamayacağı bir coşku vardı: ezgili bir dürtü, fısıltılı bir “Dinle!”; az önce şen şakrak, heyecan verici şeyler yaptığına ve birazdan yine böyle şen şakrak, heyecan verici şeyler yapacağına dair bir vaat…
Doğu’ya gelirken Şikago’ya bir günlüğüne uğradığımı ve bir düzine insanın benim aracılığımla ona sevgilerini yolladığını söyledim.
Mest olmuş bir şekilde, “Beni özlemişler mi?” diye haykırdı.
“Bütün şehir perişan hâlde! Tüm arabalar yas işareti olarak sol arka tekerlerini siyaha boyamış ve kuzey kıyısı boyunca bir ağıt ki sorma, feryat figan tüm gece aralıksız sürüp gidiyor!..”
“Ne harika! Hadi geri dönelim Tom. Yarından tezi yok!” Sonra yerli yersiz ekledi: “Bebeği görmelisin.”
“Çok isterim.”
“Şimdi uyuyor. Üç yaşında. Yoksa onu daha önce görmemiş miydin?”
“Hiç görmedim.”
“Bir görsen!.. Öyle…”
Odada huzursuzca dolanan Tom Buchanan durdu ve elini omzuma koydu.
“Neler yapıyorsun, Nick?”
“Borsacıyım.”
“Kimin yanında?”
Anlattım…
“Adlarını hiç duymadım.” dedi kesin bir ifadeyle.
Keyfim kaçtı.
“Yakında duyarsın…” dedim. “Doğu’da kalırsan yakında duyarsın…”
“Ah, merak etme, Doğu’da kalacağım!” dedi göz ucuyla önce Daisy’ye sonra bana bakarak, sanki ardından gelecek başka şeylere karşı tetikteymiş gibi. “Başka yerde yaşayacak kadar lanet bir adam değilim.”
O arada Bayan Baker öylesine beklenmedik bir şekilde atladı ki afalladım: “Kesinlikle!” Odaya girdiğimden beri ağzından çıkan ilk laftı. Görünüşe bakılırsa bu, benim kadar kendisini de şaşırtmış olmalı ki şöyle bir esnedi ve bir dizi hızlı, marifetli hareketten sonra kalkıp odanın ortasına geldi.
“Her